12.12.2012
12
"Kendi içerisinde sonsuzluğa genişleyebilecek şehirler vardır.. Bingöl bu şehirlere en güzel örneklerden biridir.. Yanından veya içinden geçtiğinizde hiçbir şey hissetmezsiniz.. Tanımak için uzun zaman yaşamanızı, anlamak için çok emek harcamanızı gerektirecektir bingöl.. Tanrıların gezindiği dağlar arasında, zorunluluktan doğan bir mola yeri gibidir..Dağlar arasında bir sığıntı.. Dağlardaki tanrılardan korkup kaçanlar ile bu kaçanları bir arada tutmak için bir nevi sürgüne gelmiş insanların diyarıdır bingöl.. Her kış bir metre boyundaki kar yıgınları ile tanrılar yolunuzu keserler.. Zordur tanrıların karşısında durmak.. Onlara yakın olmanın bedelidir ödediğiniz.. Kaçıp gitseniz tanrılar sizi kendi yokluğunuzda boğacaklardır..Hep aklınızda bingöl olacak, hep bingölü söyleyecektir dilleriniz.. Tanrıları anlayamayan insanların, onlardan kaçıp kendi sanrılarının tanrılarına tapacak insanların mekanı olmuşsa da olsundur.. Gün gelecektir.. Dağlar yeniden yükselecek, tanrılar tekrar şehre inecektir.."
sözlükten
9.12.2012
Haftasonu Haberleri #2
- Üzücü bir haberle başlayalım raporumuza. Eski sevgilisi tarafından tehdit ediliyor kadın ve haliyle mahkemeye şikayet ediyor. Ancak bi süre sonra yine tehditler vs. derken vali yardımcısı ile görüşmek istiyor. Bu arada kadın, öğretmen, onu da belirteyim. Vali yardımcısı kendisi görüşmüyor, Milli Eğitim'den sorumlu yardımcısı ile görüştürüyor ve onun kızcağıza cevabı "en fazla ölürsün olmadı istifa et, biber gazı taşı yanında" vs gibi bir takım nasihatlar verip gönderiyor. Kız görev yeri Van'dan ailesinin yanına dönerken öldürülüyor. Alın size Türkiye'de yaşamamak için bir neden. Benzer onlarca habere denk geliyoruz, mahkeme ve devlet-i alimiz ne yazık ki bu ölümlere göz yumuyor, seyirci kalıyor hep.
- "Türkiye ile Rusya savaşa girebilir" Rus parlamentosunun dış politikası danışmanı Alman bir medya organına böyle konuşmuş. Egenekon'dan rahatsızmış Rusya ve bunun ABD'nin Rusya'nın gücünü kırmak için oynanan bir oyun olduğunu söylüyor! Lan nasıl bir ülkeyiz, bize oyun oynanmıyor. Biz aslında yoğuz.
- Suriyeli çocukların umutsuzluğunu haber etmiş BBC'den Lina Sinjab. Çok dokunaklı olmuş doğrusu. Yüzünde utangaç bir gülümsemeyle bir çocuk "Arkadaşım yok benim, tüm arkadaşlarım öldü. Onlar bir rokete hedef oldular ve gittiler." ve çocuğun yüzündeki gülümseme kayboluyor, göz kapakları kapanıyor, başı önüne düşüyor ara sokaklarda yürüyerek kayboluyor. Utanma çocuk, senin yerine bütün çirkinliği ve çirkefiyle seni arkadaşsız bırakan bu kahpe düzenbazlar utansın.
- "Muhteşem Yüzyıl'a eleştiri yağmuru". Başbakanından cumhurbaşkanına kadar herkes konuştu bunu. Konuşacak daha önemli mevzu kalmamış gibi. O kadar eleştiriyorsunuz madem, kapatın tv'yi izlemeyin ya da başka bir şey izleyin.
- Hindistan'da yeni doğan çocuğu tapınaktan atıyorlarmış. Böylece çocuk güçlü oluyormuş! Tabi hayatta kalırsa veya ömür boyu sakat kalma riskini aşarsa.. Allah'ım bu insanlar niye bu kadar cahil, cahillik de değil gerizekalılık.
- Tarihi İnci Pastanesi kapatıldı. 1944'ten bu yana hizmet veren İnci Pastanesi restorasyon nedeniyle kapatıldı. Daha önce aynı binadaki Emek sineması da kapatılmıştı. Restorasyondan sonra AVM yapılacakmış ve pastaneye üst katta bi yer vereceklermiş. İstanbul'a her gittiğimde eski binaların bütün ihtişam ve güzellikleri ile beni cezbettiğini araya sokuşturulan yeni binaların ise ucube halleriyle tiksindirip bunu yapanlara lanet ettirdiğini söyleyeyim. AVM'ler boy boy yükselirken eskiye dair olanları ya direkt yok ediyor ya da arka planda yokluğa itiyor. Yazık lan, para hırsı mı desem estetik kısırlığı mı desem akıl tutulması mı desem ne desem bilemedim.
- Milliyet'in manşet haberlerinden "Köy Okulundan Zirveye". Malatya'nın bir köyünde birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar tüm öğrencilerin tek derslikte eğitim aldığı bir okulda eğitim hayatına başlayan Eren Bali, Malatya Fen Lisesi, ODTÜ Bilgisayar ve Matematik bölümleri derken Silikon Vadide değeri 100 milyon doları aşan Udemy projesi ile zirveye tırmandı ve tırmanmaya devam ediyor. Gururlandım gerçekten ne desem az, aynı okulda okurken de gurur duyuyorduk, soru sormak için fırsat kolluyorduk. Bu projede aynı ofiste çalışmak da nasip oldu. Başarının temel prensibi herhalde pes etmemektir ve Eren bunu kanıtladı.
- "Arda Turan ve Emre Belezoğlu'nun yeni imajları alay konusu oldu!". Lan ne kadar gereksizsiniz, ne desem az kalır. Merak ediyorum dünyanın başka hiç bir yerinde bu kadar şekilcilik, bu kadar kalıplara sığdırma baskısı var mıdır? Adamlar gitti hala sizden kurtulamadılar amk. Burda iken yok sevgilisi ile böyle yaptı, yok götü kalktı vs deyip adamı futboldan soğuttunuz nerdeyse. Bu nedir biliyor musun? En kısa özetle çekememezlik. Herifin parası var, rahatı yerinde, güzel bir sevgilisi var ve tüm bunları genç yaşta elde edince hayatında bi kazmaya sap olamayanlar da kulp takmaya çalışıyorlar. Bizim millet acıyı/ajitasyonu/eksiklikleri/fakiri sever. Zengin ve başarılı olanlara hep mesafeli, tereddütlü. Mesele biraz da bununla ilgili, işin arka planında yatan sosyolojik nedenler apayrı bir yazı konusu.
- "GS'li yönetici: Fener UEFA kupasını alsın". Aykut Kocaman GS'yi tebrik etmiş o da bunu demiş. Güzel de demiş ama çoğu GS'li istemez pek tabi ki. Gerçi birinin başarısı aynı gemide olmaları itibari ile diğerinin de başarısı. Ayrıca daha iyisini teşfik etmesi ve Avrupa'da başarı için cesaret verme yönüyle de rakiplerin başarılı olması istenmeli bence de. Misal GS'nin UEFA'yı alması Türk futbolu açısından nasıl bir çığır açtıysa bu başarının tekrarlanması ve yeni başarılar da futbolumuza yeni bir seviye kazandırır. Tabi bu temenniler ikisi de başarılı olunca gelir ama biri örneğin Avrupa'da başarısızsa, diğeri başarılı sonuçlar alırsa o zaman hem cesaret hem de ayrı bir olgunluk ister.
Tarihte bugün: Fenerbahçe, Yunanistan'ın Enosis takımını 5-1 yendi.(09.12.1945)
Fikret Kızılok - Zaman Zaman
Fikret Kızılok - Gecenin Üçünde
Fikret Kızılok - Gönül
6.12.2012
The Giggle Loop
Ulan arkadaş bu diziden daha güzel komedi mi var? Canın sıkıldıkça açar izlersin bi bölüm, bu kadar eskimeyen güzel bir dizi. Uzattıkça mala bağlayan dizilerden olmayıp tadında bırakmayı bilmişler, nitekim her sezonda sadece 7-8 bölüm var. Diziyi irdelemek değil bu postun amacı, Karamurat vakti zamanında zaten yazmış. Yukarıdaki olay süper ve benim çok da başıma gelmiş birşey. En ciddi anımda tutamazdım kendimi hala da eskisi kadar olmasa da öyleyim. Olay süper, Jeff'in anlatışı ayrı bir süper.
1.12.2012
Losing My Religion
20.11.2012
Eleştiri, Adamlık ve Değişim
İnsan eleştirilir; grup eleştirilir; film, müzik gibi ürünler eleştirilir ve daha bi çok şey.. Ama ben daha çok insanların başka insanlara olan eleştirilerine takılıyorum. Genellikle eleştiri farklı koşullar içerisindeki kişiler için yapılıyor. Eleştiri yapanın haklılığı veya haksızlığı değil de daha çok bunu yapmaya hakkı var mı onu sorgularım genelde.
Her zaman tekrar edilir: "Hepimiz insanız, tabi ki hata yapıyoruz" diye. Bunun doğruluğu kesin. Ama bunu gerçekte ne kadar kabul ediyoruz. Bir kişi yüzüne yanlışını ifade etse onu kabul edecek olgunluk varsa o zaman adamsındır. Kastedileni anlamaktan yoksunsan zaten cehaletindir ve onun farkına varamamak ya da bilgi eksikliginden kaynaklanan olabilirligini reddetmek zaten muhatap alınmaya değmeyecek kadar düşmektir. Yok öyle değilse ve egonu on plana koyup kendini dahi kandırıyorsan işte orada karaktersizsin.
İnsan degişen bir varlık. Değişmeyen insan kalastan başka bi şey değil. Ciddiye almayın. Değişme fikirsel olarak gerçekleşirken koşullar olarak da gerçekleşir. Fikirsel değişimi kendi içinde yaşayacak elbet ama değişen koşullarla birlikte olusan durumda zamanında eleştirdiği hareketin aynısını mı yapıyor yoksa daha önce hiç bulunmadığı duruma gelince zamanında olması gerektiğini iddia ettiğini mi gerçekleştiriyor bu çok önemli. İnsanları bununla test edin, kalitesini anlarsınız. En azından fikir ve beyin kalitesini.
Hem adam gibi davranıp hem de üç maymunu oynamayan kişileri alıp baş uca koyalım. İkisi birden olmayanı alıp çöpe atalım. Birine sahip olanların da o birinden ne alınabilirse onu alırız. Şöyle bi etrafa bakmaya başlayayım ben en iyisi.
Duman - Manası Yok
Hayko Cepkin - Zaman Geçti
18.11.2012
Haftasonu Haberleri
- Sandy kasırgası ABD'de 110 kişinin canına mal olmuş, elektrik, su ve diğer altyapıları telef etmişti. Ama kuş yuvalarına birşey olmamış, hem de ağaçlar devrildiği hatta bazıları kökünden söküldüğü halde. İnsanlar evlerini boşaltıp kaçarken, kuşlar yuvalarında sessizce kasırganın bitişini beklemişler. Demek ki evrenin en akıllı varlıkları sadece biz insanlar değiliz.
- "Şemdinli'de çatışma, 5 asker şehit. Çatışmanın ardından bölgede hava destekli geniş çaplı operasyon başlatılırken, Yüksekova ve Şemdinli ilçelerinde yoğun hava trafiği yaşandığı gözlendi." Son 30 yıldır maalesef aynı metni okuyoruz sadece rakamlar ve isimler değişiyor. Haber metni bildiğin copy-paste. Özellikle "Çatışmanın ardından bölgede hava destekli geniş çaplı operasyon başlatılırken .." kısmı beni benden alıyor.
- Başbakan yine seslenmiş hem de İsrail'e "hesabını iyi yap" diyor ve ekliyor "bu sefer 2008'in şartları yok". Geldiğinden beri sadece sesleniyor ve başka da tık yok. Hala birilerine inandırıcı geliyor mu bu seslenmeler bilemiyorum. Konuştuğu, dayılandığı kadar işini yapsa veya yapmaya çalışsa keşke.
- Obama: İsrail'i destekliyoruz. Bu zaten belli de, bi de iki yüzlülük yapıp dünyaya demokrasi ve insan haklarından hala bahsediyorsunuz. Palavracılığın bu kadarına da pes yani. İsrail kendini savunuyormuş, kundaktaki bebeği öldürerek hem de.
- Chomsky:"İsrail, ordusu olmayan bir halka saldırıyor ve buna savaş diyor. İşgal edilmiş topraklardaki İsrailliler şimdi kendilerini korumak zorunda olduklarını iddia ediyor, kendilerini herhangi bir işgalci ordunun kendini koruması gerektiği şekilde, yok ettikleri bir halka karşı koruyorlar. Başka birinin toprağını askerlerinle işgal ederken kendini savunamazsın. Bu savunma değildir. İstediğiniz gibi isimlendirin, bu savunma değildir".
- Açlık grevleri sona ermiş nihayet. Ohh şimdi her şey güllük gülistanlık, sessizce dağılabiliriz artık.
- Fırat Aydınus geçen hafta Beşiktaş'a çelme taktı, bu hafta ise Fenerbahçe'ye. Şunun şurasında ligin bitimine ne kaldı ki, böyle azimle devam etsin. Elbette hedefine ulaşır.
- Messi yine şov yaptı:2 gol 1 asist. Alıştık artık bayıyor, geçelim bu haberi.
- Malum 26 Kasım'da Sting'in İstanbul konseri var. Habertürk'ten Oben Budak bu konser öncesi Sting'le Nice'te görüşmüş. Sting'in Londra'dan sonra en beğendiği şehirmiş Nice ve Fields of Gold şarkısını da burda yazmış. Dünya turnesi kapsamında geleceği İstanbul'da iki gece kalacakmış ve en çok yemeklerini ve trafiğini özlemiş İstanbul'un. Yemekleri anladık da trafiği nasıl özlenir bilemedim şimdi.
Tarihte bugün: İspanya'da 37 yıllık diktatörlüğün ardından demokrasinin kurulması kararı alındı.(18.11.1976)
Sting - Fields of Gold
Lykke Li - I Follow Rivers
Adventure Galley - Weekend Lovers
Tomorrow is a Long Time
If today was not an endless highway,
If tonight was not a crooked trail,
If tomorrow wasn't such a long time,
Then lonesome would mean nothing to you at all.
Yes, and only if my own true love was waitin',
Yes, and if I could hear her heart a-softly poundin',
Only if she was lyin' by me,
Then I'd lie in my bed once again.
I can't see my reflection in the waters,
I can't speak the sounds that show no pain,
I can't hear the echo of my footsteps,
Or can't remember the sound of my own name.
Yes, and only if my own true love was waitin',
Yes, and if I could hear her heart a-softly poundin',
Only if she was lyin' by me,
Then I'd lie in my bed once again.
There's beauty in the silver, singin' river,
There's beauty in the sunrise in the sky,
But none of these and nothing else can touch the beauty
That I remember in my true love's eyes.
Yes, and only if my own true love was waitin',
Yes, and if I could hear her heart a-softly poundin',
Only if she was lyin' by me,
Then I'd lie in my bed once again.
Orijinalinden daha bi güzel geldi desem sopa yemem umarım.
17.11.2012
2001: A Space Odyssey
Eski filmleri -1970 öncesi- izlemekte çok zorluk çekiyorum.
Görüntü kalitesi vs. rahatsız ediyor ama en çok da oyunculuklara sinmiş
yapaylık. Onun için Citizen Kane gibi
bir çok efsane diye adı geçen filmden zerre lezzet almıyorum. Haliyle çok azı
tatmin edici oluyor.
2001 Space Odyssey de bunlardan bir başkası. Filme
başladığımda 2 buçuk saatlik süreyi görünce bi hassiktir çektim. Filmin sonuna
gelindiğinde bu süreye hiç gerek olmadığını anlıyorsunuz zaten. En başında ve
ortada dakikalarca süren kapkara ekranda garip bir ses duyuluyor ki ben bi
amacını göremedim. İleri almak için çok da direnmedim. Yine uzay gemisinin uzay
boşluğunda çok uzun süren salınımları da insanı sıkmaktan öteye gidemiyor.
Buralar da benim ayılığımdan nasiplendi haliyle. Tabi 1968 senesindeki bu
sahneler insanı büyülediğinden filmde bu kadar yer almış olabilir ancak 2012 yılında
izleyince ileri almamak için herhangi bir sebep de yok.
İzledikten sonra kafalarda baya soru işareti bıraktığından biraz
araştırayım dedim. Film aynı isimli romanla paralel hazırlanmış. Stanley Kubrick ve Arthur
C. Clarke birlikte senaryoyu yazarken, Kubrick
filmi yönetiyor, Clarke ise romanı
yazıyor. Anladığım kadarıyla romanda filmde soru işareti bırakan bir çok kısım
açıklanmış ve kafada daha sağlam bir olay örgüsü bırakmış. Bu nedenle çok merak
edenin oraya yönelmesi mantıklı.
Filme dönersek, dört bölümden oluşuyor ve bölümler
direk olarak birbirleriyle bağlantılı değil. İlk bölüm maymunlar, ikinci ve üçüncü bölümler insanın uzay
macerasından oluşuyor. Son bölüm için ne desem yalan olur. Çünkü fazlasıyla
sembolik. Ancak toplamda insanın evrimi
ve gelişimi diye özetlenebilir. Dört kısımda ortak olan ise büyük, düzgün, taşta bir anıt. Bunun üzerine farklı yorumlar yapılmış.
Filmde dikkat çeken gelecekteki teknoloji ile doğru
tahminler yapması. Tablet, satranç oynayan, ses ve görüntü tanıyan bilgisayar
gibi. İlginç olan 2011 yılında Apple’ın Samsung’a açtığı patent davası sırasında
Samsung avukatları Apple’ın kendine ait olduğunu iddia ettiği tasarımın bu
filmde var olduğunu ve daha eskiye ait olan bu tasarım için Apple’ın hak iddia
edemeyeceğini savunmaları.
Toparlarsak film sıkıcı biraz ama izlenmeye değeceği
de bir gerçek.
The Dark Knight Rises
Sonunda izledim. Hem de 12 gb'lık full hd'lisini. The Dark Knight kadar güzel değildi elbette, Joker efsanesi yoktu sonuçta. Ama olay Hanz Zimmer'miş abi onu anladım. Herif en boktan filmde bile seni havaya sokar, coşturup şahlandırır bir şekilde. Serinin son filmi olur zannediyordum ama anlaşılan Gotham'ın yozlaşmış yüzleri ekmek olduğu sürece seriyi böylece devam ettirirler. Filmin verdiği mesajlar ise onlarca yazı konusu, yazmak için daha diri ve geniş bir zaman lazım. Güzel film neticede, seriyi tamamlayın, izleyin. Film notum: 8
Hans Zimmer - Bombers Over Ibiza (Junkie XL Remix))
Hans Zimmer - Time (Instrumental Core Remix)
11.11.2012
Incendies
Hani bazı filmleri izlersin hakkında bir şey yazamazsın ve susarsın ama aslında çok şey yazmak istersin ya, işte öyle bir film Incendies. İzlerken hiç bitmesin diyorsun ama nereye gidecek sonu diye de sabırsızlanırsın. Kanla biten bir aşk hikayesinden peyda ve annesinden ayrı yetimhanede büyümek zorunda kalan bir çocuk… Bebeği elinden alınan, silah sesleri ve parçalanmışlıklar içerisinde kalan bir anne... Barış yanlısı hümanist bir insan iken, birden kendisini önemli bir siyasi aktörün ölümünden sorumlu çete üyesi olarak mahkum gören dağılmış bir hayat… İki çocuk ve bir vasiyet… Bir baba, bir ağabey ve çocuklarına miras kalan bir artı birin yine bir olduğu acı bir hikaye…
Oscar’a aday olmuş ama heykelciği Hævnen'a kaptırmış Kanada yapımı muhteşem bir film. Kimbilir akademi bu kez hangi katakulliye getirerek bu filmi göz ardı etti. Filmin sanatsal yönü böyleydi şöyleydi diyecek değilim ama Nuri Bilge’nin filmlerini sanat eseri olarak göreceksek, bu film bir şaheser. Konu dram ama ‘Babam ve Oğlum’ gibi hıçkırıklara boğacak ağlak bir dram değil, sizi oturduğunuz yere mıhlayan ve vay amk dedirtecek cinsten bir dram. Doğunun bağrından kopan ve feryatları en uç batı da dahi yankılanan bir ağıt... Konusu, kurgusu, oyunculukları, görüntüleri, müzikleri, efektleriyle bilumum bir başyapıt.
Film notum:9
Radiohead - You and Whose Army?
Radiohead - Like Spinning Plates
Radiohead - Where I End and You Begin(The Sky is Falling in)
9.11.2012
Why We Fight?
“Toplumların politik bir düzen oluşturmasında başlıca etmen savaş olmuştur. Başlangıçta insanın doğal bir savaş içgüdüsü yoktu. İlkel gruplar barış ve sükûn içinde yaşamışlardı. Eskimolar Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların birbirlerini öldürmelerini ya da birbirlerinin toprağını çalmalarını bir türlü anlayamamışlardı. Toprakların altında bulunabilecek değerli madenlerin buz ve karla kaplı olmasına şükretmişler, çoraklıklarının kendilerini saldırıdan koruduğuna inanmışlardı. Gerçekten de savaşlar, sahip olma dürtüsüyle birlikte başlamıştır. İlk savaşlar, avcı kabilelerin tarımla uğraşan gruplara saldırması biçiminde görülürdü. Avcılar, ormanlarda avlayacakları sürüler azalınca köylerdeki zengin tarlalara imrenirler, saldırmak için önce bir bahane yaratır, sonra oraları işgal ederlerdi.”
Yukarıdaki pasaj Engin Geçtan’ın o muhteşem ‘İnsan Olmak’ kitabından. Üstadın son cümlesi özellikle, ilk savaşlardan günümüzdeki savaşlara kadar değişen bir şey olmadığını, ‘önce bahane üret, sonra saldır’ paradigmasının hala geçerli olduğunu gösteriyor. Eskimoların şükrüne paralel ise Cemil Meriç’in meşhur ‘Bu Ülke’ kitabında şöyle bir şey geçiyordu : “Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lanetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.” Özellikle Ortadoğu’da dönen oyunlar ve bitmeyen savaşlar, Meriç’in dediği gibi lanetlenmiş altınından(petrolünden) öte bir şey olmadığını anlıyoruz.
Savaşlar üstüne yapılan bu girişten sonra, söz konusu olan başlıktaki film/belgesel ile konuya daha da yaklaşalım. Neden savaşıyoruz? Filmin adı ve giriş cümlesi. Peki neden? Kutsal değerler, namus, toprak, savunma, özgürlük vs gibi çeşitli cevaplar verebiliriz, ki en yaygın cevap ve yalan da ‘özgürlük’ oluyor. Özgürlük için savaşıyoruz deniyor, ölümün neresi özgürlükse… Tabi burada, bir şeylerden bağımsızlaşarak özgürleşmeye çalışmakla özgür olmak olgularının birbirlerinden farklı olduğunu da belirtmek gerekir.
ABD’nin savaş eksenli dış politikasının perde arkasına ışık tutan ya da tutmaya çalışan bir belgesel diyebiliriz. Daha önce 2. Dünya Savaşı’nda Frank Cappra tarafından aynı isimli savaş propogandası yapan belgesel/film serisi yapılmış, ki bu bilgi belgeselde geçiyor zaten. Ağırlıklı olarak Irak Savaşı’na kongre- şirket – medya ittifakı neticesinde gidiş ve sonrası konu edilmiş. Genel olarak belgelerle, rakamlarla vs. güçlendirilmiş iyi bir belgesel olduğunu söyleyemem, ama çarpıcı bilgiler var. Bunların bazılarını zaten çoğumuz öyle veya böyle duyduk biliyoruz. Ama bu şekilde belgesel film yapılıp izletilmesi de ifade özgürlüğü açısından ayrı bir olay. Mesela şöyle bir değerlendirme geçiyordu: “Günümüzün şeytanı, dünün dostuydu. Bu isterse savaş adına ister ticari sebep adına olsun bu bir ekonomik sömürgeleştirme”, sonrasında da Saddam’ın İran’ın Hümeyni rejimine karşılık ABD’nin dostu olarak kollanıp konuşlandırıldığı, hatta İran’a karşı başarısız olduğunda istihbarat ve silah yardımlarını artırmışlar. Bu yüzden ABD Irak saldırısını yapmadan Saddam’ın elinde kitle imha silahları olduğunu söylüyor, çünkü zaten faturaları elinde. Medyanın yine gücün güdümünde olduğunu ve rakamların, askeri başarısızlığın gizlendiğini anlıyoruz. Irak savaşında ölenlerin %90’ının çocuk ve kadın gibi sivillerden oluştuğu bilgisi geçiyor ki çok çarpıcı.
Belgeselde ayrıca ikinci dünya savaşı ve soğuk savaş dönemindeki ABD politikasına da değiniliyor. Başlangıçta ABD’nin karanlık, kötü yüzü olarak sunulan Eisenhower’in sonunu izlediğinde o kadar da kötü olmadığını(!) anlıyoruz. 2. Dünya Savaşı ile birlikte Amerikan askeri imparatorluğunun doğduğu söyleniyor. Başkan Eisenhower ile silahlandırma ve askeri güç inanılmaz bir şekilde artırılarak tam bir militarist devlet olunuyor. Eisenhower ile başlayan bu güç bir anlamda Amerikanın günümüze kadar gelen dış politikasının da miladı oluyor. Ama başkanın doğru bir şekilde anlaşılmadığı ya da sözlerine mutabık olunmadığı anlaşılıyor. Hatta veda ederken Amerikanın bu denli güçlü olmasının doğurabileceği tehlikeleri öngörerek kongre-şirket-ordu ittifakının doğru bir şekilde yönetilmesi uyarısında bulunmuş. Tabi Bush ve türevleri bu uyarıları sakız yapıp çiğnemiş, ki Bush’a halkın duygularını manipüle eden yalancı yaftası açık bir şekilde yapıştırılıyor burada.
Bilim ve teknolojinin, savaş ve savunma sanayi sayesinde bu denli ilerlediği bilinen bir gerçek. Belgeselde geçen rakamlar veya bizim kendi ülkemizde ya da dünyanın her hangi bir ülkesinin askeri harcamalarının tüm bütçedeki yerini görünce zaten bunun nedeni anlaşılıyor. Hatta belgeselde geçen ve Japonya’ya atılan atom bombaları sonrasında Amerikan yönetiminin “Bu, tarihte organize olmuş bilimin en büyük başarısıdır” açıklaması, işin bu yönüyle ironik tarafını ortaya koyuyor.
Herhangi bir güçle ilişkisi olmayan sıradan insanlar, savaşların, politikacılar ile para babası şirketlerin ve bunların kirli çıkarları ekseninde dönen kirli ilişkilerinin ürünü olduğunu düşünürler. Bu yaygın bir inanıştır. Oysa bu gerçekle örtüşmeyen o kadar çok veri var ki, şahit olunca insanlar yakıp yıkmaya meyilli hayvanlar deyiveriyorsunuz. Mesela çocukları ile birlikte ailece sinema izler gibi askeri şovları izleyenleri anlamakta güçlük çekiyorum. Bu insanlar, attıkları bombalarla insanı paramparça eden, yeryüzünü yakıp cehenneme çeviren, gökyüzünü ise simsiyah dumanı ile boğan o uçakların, tankların gürültülü ve şatafatlı her bir manevralarıyla orgazm olmuş gibi neşeyle çığlık atıp gülümseyebiliyorlar. Zaten deniyor ki; savaş yetkisini, biz halk tarafından seçilmiş halkın temsilcileri, yine halk adına kullanıyoruz. Medya ile manipüle edilip 4 yılda bir hatırlanan halk, para babası sermayenin kullandığı kukla temsilciler ve kapitalizmin şirin maskesi demokrasi…
The Cranberries - Zombie
Culture - Stop The Fussing And Fighting
8.11.2012
Aymazlık ve Cevapsız Sorular
‘Anne’ dedim ‘Af buyur ama dayının yüzü neden biraz kaymış gibi? Tamam yaşlı ama bu başka bir şeyden ötürü olmalı’. ‘Oğul’ dedi ‘Dayım vakti zamanında elinde kazma kürekle inşaatte çalışırken topraktan kemik parçaları çıkmış ve “nerden çıktı şimdi bu it kemikleri” demiş, akşama eve gidince ortada geçerli hiç bir sıhhi neden yokken fenalaşmış ve felç geçirerek yatalak olmuş. Doktorlar bu duruma anlam verememiş, o doktor bu doktor derken çareyi çok meşhur bir mollada bulmuş. Bu yaşlı bilge adam durumun en ince ayrıntısına kadar kendisine nakledilmesini istemiş ve ilk etapta gereksiz küçük bir ayrıntı gibi kendisine anlatılan kemik mevzusunu duyunca, göz bebekleri birden büyümüş, sakalını sıvazlamış ve “korkarım ki o it kemikleri dediğiniz çok değerli bir zatın naaşından kalma kemiklerdir” buyurmuş. Dayı, kemikleri tekrar bir araya getirtip defnediyor, Yasinler, hatimler okuyor okutuyor, tövbe ediyor dua ediyor ve kısa süre sonra felci geçiyor ama felcinden kalma yüzündeki bu nişane öylece kalıyor’.
Bilim ne kadar çok ilerlerse ilerlesin, hayatın bu metafizik yönünü açıklamakta hep aciz kalıyor. İnsanoğlu acizliği ölçüsünde kibirlidir de. Üç beş kitap okuyan tanrısına isyan edip meydan okumaya başlıyor. İki gıdım ilerleyince evrenin sırrına vakıf olduklarını zannedip, kibirle her şeyi açıklayabileceklerine inanırlar. Nerden geliyor şimdi bunlar aklıma? Malum Sandy kasırgası o dehşetengiz görünümü ile ABD’yi kasıp kavururken, bilimin, medeniyetin, gücün zirvesi bu ülkede dahi, başkanların aciz içinde sus pus kalmalarını biraz da bu yönüyle seyrettim. Hani 11 Eylül gibi insanların neden olduğu bir olayda kolayca ‘never’ diyebiliyorsunuz ama kasırgada yapabileceğiniz en iyi şeyin ‘evlerinizi boşaltın, kaçın’ dan öteye gitmiyor. Woody Allen deyişi ile özetlersek durumu ‘Tamam, bilim bize peyniri pastörize etmeyi öğretmiştir. Bunu arkadaşlar arasında denemek eğlenceli de olabilir. Sonsuz bilmecelere kafa yorarken insan, bilim nerede? Evren nasıl doğdu? Ne zamandır var? Madde, bir patlamayla mı, Tanrı’nın kelamıyla mı ortaya çıktı?’ Patlama nerde nasıl çıktı? ...
Animal Liberation Orchestra - Storms And Hurricanes
Sébastien Tellier - Magical Hurricane
7.11.2012
Dönüşüm
Into the Wild filmini izledikten sonra işin felsefesi düşünmeye değer demiştim. Gerçekten çarpıcı bir konu. Kafka’nın Dönüşüm kitabını gecikmiş olsa da okuyunca büyük parallelikler taşıdığını fark ediyorum. Ve soruyorum kaç kişi Chris gibi her şeyden vazgeçmeyi göze alarak içinden geldiği gibi davranabilir ya da kaçımız Samsa gibi sistem dışına çıkmayı, böcek olmayı göze alabiliriz? Hepimiz öyle veya böyle çizilmiş kurallara bağlı, sisteme sadık kullarız nihayetinde.
Böcekler
Keane-Crystal Ball
Lou Reed-Walk on the Wild Side
26.10.2012
Caro Emerald
Bu kadını hala bilmeyeneniz var mı ama müziği çok keyifli gerçekten. Profiline çok da yakıştırdığım jazz pop karışımı müzik yapıyor Hollandalı abla. 'Deleted Scenes from the Cutting Room Floor' albümüyle Hollanda'da çok parlamış, en çok satılan albüm olmuş ama dışarda hala da çok bilinmiyor. Hatta bu yaz İstanbul jazz Festivali kapsamında da gelmiş ki haberim olsaydı kesin giderdim. En çok sevdiğim parçası ise Back It Up şarkısıdır ki en durgun halinde bile neşeyle müziğe eşlik eder halde bulursun bi anda kendini.
Caro Emerald - Back It Up
Caro Emerald - A Night Like This
Caro Emerald - Back It Up
Caro Emerald - A Night Like This
25.10.2012
Bruskvilla Güzeli
Blog güzeli olarak Maria Imizcoz'u ilan ediyorum. Borges'te gördüm ve ilk görüşte aşık oldum abi bu güzelliğe :) İspanyol oyuncu Javi Martinez'in sevgiliymiş...
All of My Love
Killing Me Softly
2.10.2012
Güle Güle Sevgili
Bazen zaman, yalnızca zaman içini sızlatıyor insanın. Alex De Souza. Onunla bir mazi ortaklığımız vardı bizim. Geldiğinde üniversite sınavlarına hazırlanan liseli bir ergendim. Üniversite sevincimde buradaydı, okurken, bitirirken, işsiz kalırken, işe girerken, iş değiştirirken hep buradaydı o. Sanki hiç bırakmayacak gibi alışmıştık ona. Bunalıp hayata lanet ettiğimizde onun golleriyle coşup mutlu olduk, ilk 11’de adını görünce yüzümüz mütebessim gönlümüz mutmain oldu hep. Sadece futbolu değildi onu efsaneleştiren, duruşu yaptıkları yapmadıkları ile sevgiliydi, taraftarın sevgilisiydi o.
Bir devir daha kapandı, bir yıldız daha kaydı. Nasıl bitmesin, nasıl devam edebilirdin ki? Heykeli dikilen efsane payesini ayaklar altına almaya izin vermeyecek kadar dikti duruşun nihayetinde. Nasıl devam edersiniz yüreğinizde geri dönüş olmadığını anlamaya başlayınca? Ortaklık bozuldu, on numara sensiz olacak artık. Futbolu sanatlaştırandın, golcüydün, pasördün, ustaydın, profesördün, taraftardın, babaydın, aşıktın, centilmendin, saygıydın, sevgiydin, adamdın, adamın temel elementiydin. Ne desek az kalacak son tahlilde. Yolun açık olsun on numara, yolun açık olsun büyük kaptan, seni izlemek zevkti.
Fake Empire
If I Had A Gun
24.09.2012
Eylül
Eylül ayrılıktır, hüzündür, geçiştir, kayboluştur ve aşağıdaki müziklerdir çoğu zaman.
Teoman - Mavi
Teoman - Mavi
9.08.2012
Yine mi Elendik!??
Londra
Olimiyatları’nı henüz geride bıraktık. Birçok kişi neden bu kadar az madalya
alabiliyoruz diye şaşırmakla meşgul. “Neden bu kadar başarısızız?” sorusu
oldukça önemli ancak ben ona geçmeden önce biraz da eğlenceli bulduğum her
elenen sporcudan sonra “Hayret bu da elendi!” tepkisine değinmek istiyorum.
Ülkemizde çok sevilen ve belki de dünyanın en sürprize açık sporu olan futbolu
bir kenara bırakırsak, çoğu dalda sporcuların yapabileceği dereceler bellidir
ve kısa bir zaman diliminde onun üzerine sınırlı miktarda çıkabilirler. Somut
örnekten yola çıkarsak Türkiye rekorlarını elinde tutan yüzücülerimizin rekor
dereceleri dahi yarı final bile yüzmeye yeterli değil. Yani zaten olacak olan
madalya almaları değil de çabucak elenmeleriydi ve nitekim öyle de oldu. Biraz
genelleştirirsek, olimpiyatlara giderken madalya beklentisi olan sporcular
bellidir ve izleyicilerin yarışları bunun bilincinde izlemeleri daha anlamlı ya
da en azından yanıltıcı olmayandır diyelim.
Peki,
neden başarısızız? Sonuçta Çinlilerin futbola olduğu gibi genetik bir
yeteneksizliğimiz yok! Hadi diyelim ki birkaç branşı beceremiyoruz, yine de
geriye yığınla branş kalıyor. Toplu olarak bakarsak, güreş, halter ve boksun-ki
bokstaki iddiamız tartışılır- haricindeki bireysel sporlarda ya çok az sporcu
ile temsil ediliyoruz ya da iddialı sporcu sayımız oldukça az.
İddialı
sporcu sayısının az olmasının en büyük nedeni sporcuların seçildiği sporcu
havuzunun küçüklüğü ve bunun doğal soncu olarak rekabet ortamının olmaması.
Örneğin sporda belirli bir başarı grafiği olan Almanya’da her üç kişiden biri
spor kulüplerine üyeyken(27,5 milyon), Türkiye’de lisanslı sporcu
sayısı 2 milyon 900 bin ve bunların yalnızca 700 bini(nüfusun %1’i civarında
seyrediyor) aktif olarak spor yapıyor.
Şurası
açık ki bu havuzun büyütülmesi gerekiyor. Spora başlama ve temel eğitimin
alındığı dönem çocukların ve gençlerin eğitim yılları ile çakışıyor. Buradan
çıkan kaçınılmaz sonuç eğitim spor birlikteliğinin sağlanması gerekliliği.
Ancak hepimiz biliyoruz ki spor yapmak ya spor yapanların kendileri ve/veya
aileleri tarafından eğitime engel olarak görülüyor ya da eğitim sisteminin
doğal bir sonucu olarak spor yapmak okullarımızda fazla kabul görmüyor. Demek
ki spor için ülke olarak bazı atılımlar yapılması gerekirken bunun yanında
ailelerin ve eğitim merkezlerinin önyargısını da kırmak gerekiyor.
Durumu
basitçe ifade edersek çocukların ilköğretim çağında spora başlamaları ve
gençlik çağında da devam etmeleri gerekli ve yine bunun basit çözümü de her
çocuğun eğitimi sırasında spor yapması. Daha derli toplu bir ifadeyle eğitime
yön verenler tarafından her öğrencinin eğitimi sırasında zorunlu olarak en az
bir spora yönlendirilmesi, bunu da spor federasyonlarının desteğiyle öğrencinin
yeteneklerine uygun olarak gerçekleştirmesi bu sorunu kökünden çözecektir. Tabi
ki bu spor eğitimi haftada iki saat yapmacık olarak verilen beden eğitimi
dersleriyle değil tüm haftaya yayılan ve diğer derslerle birlikte düzenli bir
şekilde programlanmış olarak gerçekleştirilmeli. Bunun yanında düzenli
yarışmalarla rekabet ortamı kurularak üst düzey sporcuların yetiştirilmesi için
gerekli ortam sağlanmış olacaktır.
4.08.2012
Yaşam Boyu Öğrenme
Blog üslubunun sıcaklığında olmasa da uzun süre bayatlamayacak, güncel bir konu üstüne yazdığım inceleme raporunu aşağıda paylaşıyorum.
Değişmeyen tek şey değişimdir
Yaşadığımız dünyanın en belirgin ve temel özelliklerinden birisi değişimdir şüphesiz. Öyle ki ilk çağın ünlü Yunan filozofu Heraklietos, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” diyerek değişimin önemini açıkça ortaya koymuştur. Değişimin hızı yaşanan çağa ve coğrafyaya göre değişiklik gösterir. Çağımızın en önemli sosyolog ve gelecekçi yazarlarından olan Alvin Toffler, dünya tarihini bütüncül bir bakış açısıyla ele alan bir yaklaşım çerçevesinde, tarihi üç temel safhada ele almakta ve kendi tabiriyle bunları dalgalar olarak adlandırmaktadır (Alvin Toffler-The Third Wave 1980). Özetle birinci dalga, organize tarıma geçişle başlamış ve sanayi devrimiyle başlayan ikinci dalgaya geçene kadar ki en geniş zaman dilimini kapsamıştır. 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarında yeni bir değişim dalgası başlamış ve ikinci dalga olarak adlandırılan bu safha 1950’li-60’lı yılların başına kadar sürmüştür. Nihayet son dalga, sanayi sonrası toplum olup bilgi çağı olan günümüz dünyasını ifade eden ve diğer dalgalara nazaran çok daha kısa olan bir dönemi kapsar. Dalgalar arasındaki süreye bakarak değişimin hızının tarihin seyrine göre çok büyük farklılıklar gösterdiğini açıkça görebiliyoruz. Çağımızda değişimin hızı baş döndürücü bir büyüklüğe ulaşmış olup, değişen dünyamızdaki bütün kavramların tekrar şekillendirilmesi ihtiyacı doğmuştur. Zaman ve mekân olarak uzak olan yerler/kavramlar/olgular, günümüzde ulaşım, iletişim ve teknolojik gelişmelerle o kadar yakın olmuş ki, dünyayı artık küresel bir köy olarak ifade ediyoruz. Küresel bir köyde herkesin herkesle her zaman için iletişim halinde olabileceği bir ortamın olması neticesinde, var olan bilgi ve teknoloji, meslek ve iş tanımları, aile ve toplum yapısı sürekli olarak değişmektedir. Günümüzde değişim dalgasının akıntısı o kadar güçlüdür ki, kurumları alt üst etmekte, bireyleri allak bullak etmekte, benimsenen değerleri tamamen değiştirebilmektedir. İnsanoğlu kişisel yaşantısı ve toplum içindeki rolünü değişime uyduramasa ve değişimin hızını denetlemeyi öğrenemezse, uyum sağlayamamanın kötü sonucuna katlanmak zorunda kalır.
Çağdaşlaşmak için öğrenme
Çağdaşlaşmanın değişim ile birlikte bir diğer önemli ayağını gelişim oluşturmaktadır. Gelişimin en önemli unsuru ise öğrenmektir. Değişen dünyaya uyum sağlamak için öğrenmenin sürekliliği önem kazanmaktadır. Bir başka deyişle, çağdaş toplumlar, kendini geliştiren ve yaşam boyu öğrenme becerilerine sahip bireylerden oluşmaktadır. Çağdaş toplumlar için yaşamsal önem taşıyan ve eğitimin temel kaynağını oluşturan bilginin, etkin ve doğru bir şekilde kullanılması önemlidir. Günümüzde bilgi kaynaklarının artması ve bu kaynakların daha kolay erişilebilir olmasından ötürü aşırı bir bilgi yüklemesi söz konudur. Bunun yanı sıra, edinilen bilginin güvenilirliğinin doğrulanması için bilginin onaylanması ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ayak uydurmak için sürekli öğren!
Günümüzde öğretim klasik eğitim anlayışını aşmış, internet ve teknolojinin bize sunduğu fırsatlarla oturduğumuz yerden dünyanın saygın kurumlarında eğitim alabiliyoruz. Bunun yanı sıra, hızlı değişim ve artan iletişim, ulaşım ve teknolojik gelişmelerle birlikte, kişinin güncel kalması ve çağın gerisinde kalmaması gibi önemli mevzular da gelmektedir. Bu bağlamda, yaşam boyu öğrenme becerilerine sahip bireylere ihtiyaç duyulmuştur. Yaşam boyu öğrenme, kişisel, toplumsal, sosyal ve/veya iş yaşamı çerçevesinde bilgi ve becerilerin geliştirilmesi amacıyla, bireylerin eğitim ve öğrenme sürecini hayatlarının belirli bir dönemine sıkıştırmanın aksine; evde, işte, her yerde bütün yaşam boyu devam edecek bir süreç haline dönüştürmektir. Yaşam boyu öğrenme, kısaca eğitim ve öğrenimin beşikten mezara kadar süren ve her an her yerde bu süreci devam ettiren etkinlikleri ifade eder. Eğitimin yaşam boyu sürmesi, bireylerin sürekli kendi bilgi ve becerilerini geliştirmeleri toplumları da ileriye taşır. Her bireyin eğitim hakkı vardır ve bu hak İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi[26. madde] ile sabitlenmiştir. Yaşam boyu öğrenme ise özellikle son yıllarda küreselleşmeyle birlikte önem kazanmış, bu konuda Avrupa’da ve dünyada çeşitli çalışmalar ve projeler yapılmıştır.
Yaşamboyu öğrenme üstüne yapılan çalışmalar
Yaşam boyu öğrenme, tüm yaş grubundaki insanlara geniş öğrenim olanaklarının sağlanması, zengin öğrenim deneyimlerinin sağlanması ve vizyon sahibi bireylerin topluma kazandırılmasını hedefler. Bu kapsamda eğitim sistemleri kilit rol üstlenmektedir. UNESCO’nun 2000 yılında Dakar’da düzenlediği Dünya Eğitim Forum’unda 2015 yılına kadar yaşam boyu eğitim bağlamında ulaşılacak temel amaçlar belirlenmiştir. Bu kapsamda UNESCO’nun eşgüdümü altında yürütülecek olan projelerin altı temel amacı aşağıdaki gibi listelenmiştir (Güngör, H. F. - 2007) :
- Özellikle zor ve engelli durumda olan çocuklar için verilen kapsamlı erken çocukluk bakım ve eğitiminin yaygınlaştırılması ve iyileştirilmesi
- 2015 yılına kadar, özellikle kızların zor koşullarda bulunan ve etnik azınlıklara mensup çocukların iyi nitelikli temel eğitime erişmeleri ve tamamlamalarının sağlanması
- Tüm gençlerin ve yetişkinlerin eğitim gereksinimlerini, fırsat eşitliği içinde erişilebilen uygun öğrenim ve yaşam becerileri programları yoluyla karşılamalarının sağlanması
- 2015 yılına kadar tüm yetişkinler, özellikle kadınlar için temel ve sürekli eğitime eşit erişim olanakları yoluyla, yetişkin okur-yazarlığı oranında yüzde 50 artış sağlanması
- İlk ve orta öğretimde cinsiyet eşitsizliğinin 2005 yılına kadar ortadan kaldırılması ve 2015 yılına kadar eğitimde cinsiyet eşitsizliğinin, kızların iyi nitelikli temel eğitime tam ve eşit katılımı ve başarısına odaklanarak sağlanması
- Eğitim niteliğin tüm yönleriyle iyileştirilmesi ve herkesin yüksek başarı düzeyini, özellikle okur-yazarlık, sayısal ve temel yaşam becerileri bakımından ölçülebilir ve tanınan öğrenme çıktıları yoluyla sağlamak
Yaşam boyu öğrenme bugün Avrupa Birliği politikalarının temel ilkesidir. Topluluk bildirilerinde istihdam, büyüme ve rekabet ile ilgili sorunların üstesinden gelmede bir araç olarak benimsenmiştir(Eurydice. Brussels-2000). AB, yaşam boyu öğrenmenin Avrupa bilgi toplumunun oluşmasına yardımcı olacağını vurgulayarak uygulamaya geçirilmesini iki temel nedene bağlamaktadır(ETF. Sweden-2002). Bunlardan birincisi güncel bilgiye erişim, motivasyon ve beceriler ile birlikte, bu kaynakların akıllıca kullanımı Avrupa’nın rekabet edilebilirliğini güçlendirmek, istihdam edilebilirlik ve işgücüne uyum için anahtar role sahip olmak istemesi, ikincisi ise Avrupalıların karmaşık bir sosyal ve politik bir dünyada yaşaması, kültür, dil, etnik farklılıklar ile olumlu bir şekilde yaşamayı öğrenmenin hedeflenmesinde eğitimin önemli role sahip olması olarak belirtilmiştir. 1999 yılında Bologna Üniversitesi’nde 19 Avrupa ülkesinin Eğitim Bakanları Bologna Bildirisi olarak bilinen ortak bir bildiri yayınlamışlardır. Daha sonraki yıllarda bu bildiriyi imzalayan ülke sayısı 40’ı aşmıştır. Bologna Bildirisi ile hedeflenen ilke, birbirini karşılıklı olarak tamamlayan, kendi içinde uyumlu ve rekabet gücü yüksek bir Avrupa Yükseköğretim Alanı oluşturmak şeklinde özetlenmiştir. Bu kapsamda ortak bir kredi sistemi olan ECTS’nin oluşturulması, öğrenci/öğretim görevlisi değişimlerinin desteklenmesi, kalite güvencesi konusunda işbirliğinin sağlanması gibi aktiviteler hayata geçirilmiştir.
Yaşamboyu öğrenme yarış atı mı yetiştiriyor? Nedir bu koşuşturma ile hedeflenen?
Yaşam boyu öğrenme konusu, son 40 yılda yeni eğitim anlayışı olarak tartışıladururken, öte yandan bazı yönlerden eleştiri konusu da olmuştur. Buna göre yaşam boyu öğrenme, bireylere, kurumlara ve milletlere rekabetçi bir dünyanın zorluklarını aşmanın anlamı olarak sunulurken, aslında bireyleri, kurumları ve milletleri daha fazla çalışmaya ve daha büyük beklentilere girmelerine zorlar. Böylece aslında eğitimin kendisi ticarileştirilmiş ve metalaşmış olarak anlamını yitirmiş oluyor. Başka bir sorun, herkesin şartlarının farklı olması ve bireyin kendisine özgü koşullar çerçevesinde meydana gelen yaşlılık, mesleki veya sıhhi değişikliklere rağmen bir yarış içerisinde olması yönüyle insani boyutun ihmal edilmesi şeklinde belirtilebilir. Malcolm Tight, makalesinde çeşitli insan hikâyelerine yer vererek yaşam boyu öğrenme konusuna farklı noktalarda eleştiriler yapmıştır(Malcolm Tight- Sep. 1998). Frank Coffield ise makalesinde konsensüsleri eleştirmiş, sosyal kontrolü sağlamak için yaşam boyu öğrenme gibi alternatif yaklaşımlar ileri sürmüştür(Frank Coffield-Sep.1999). Makaleyi çarpıcı bir öneri ile gelecek yüzyıl için en iyi öğrenen toplumun ne bilgi teknolojileri, ne iletişim teknikleri ne de grup çalışmaları ile olabileceğini, bunun yerine aşk, çalışma, müzik, mizah, arkadaşlık, şüphe ve kırmızı şarap önererek bitiriyor.
Sonuç olarak
Yaşam boyu öğrenme sürdürülebilir ekonomik büyüme, daha iyi ve çok iş yaratarak ve daha büyük bir toplumsal bütünlük sağlayarak yarışmacı ve dinamik bilgi temelli ekonomi yaratmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda eğitim alanında ve eğitim kurumları arasında değişimi, işbirliğini ve hareketliliği desteklemektedir, yaşam boyunca alınan bütün genel eğitim, toplumsal veya iş ile ilgili bilgi, beceri ve yetilerin geliştirilmesini desteklemektedir(Tuncer Can-2011). Birey için yaşam boyu öğrenme, onun yaşam boyu öğrenmesini zorunlu kılarken; eğitim kurumları için ise birey ne zaman ihtiyaç duyarsa ihtiyacı ölçüsünde ona eğitim hizmetini verme anlamını taşır. Günümüzde artık bireyin okulda öğrendikleri ile hayatı boyunca işlerini başarı ile yapabileceği görüşü geçerliliğini yitirmiştir. Bu yüzden hedeflenen eğitim anlayışında yaratıcı ve sürekli bir eğitim ve öğrenim prensibi benimsenmelidir. Bireylerin kendi potansiyellerini fark edebilecekleri ve buna göre kendi yaratıcılığını geliştirebileceği bir anlayış ortaya konmalıdır. Türkiye’deki eğitim anlayışı bu noktada eleştirilebilir. Eğitim sistemimizde ezberci, öğrencinin pasif olduğu ve kendi ilgilerini araştırma olanağına sahip olmadığı bir durum var maalesef. Bireyin daha aktif olabileceği, soru sormayı ve yapıcı eleştiri yapmayı bilen, kendi yaptıkları ile daha anlamlı ve kalıcı öğrenmenin gerçekleştirebildiği bir ortam sunulmalıdır. Ayrıca öğrencinin nerede nasıl öğrendiğini değil, ne bildiğini ölçen bir değerlendirme anlayışı benimsenmelidir. Aynı şey eğitim kurumları için de kalite kontrol sistemleri şeklinde ortaya konmalıdır.
Kaynakça
The Third Wave (1980) Bantam Books ISBN 0-553-24698-4
Güngör, H. F. (2007) “Avrupa Birliği için Yaşam Boyu Öğrenim Temel Yeterlikleri ve Bu Yeterliklerden Yabancı Dillerde İletişim Bağlamında Türkiye’nin Durumu”, Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Eurydice. Lifelong Learning: The Contribution of Education Systems in the Member States of the European Union Results of the Eurydice Survey. Brussels. 2000
ETF(European Training Foundation). Lifelong Learning Policy in NIS and Mongolia, Executive Summary of the Outcomes of the NIS and Mongolia Conference on Lifelong Learning. Sweden, 2002.
Malcolm Tight, Lifelong Learning: Oppurtunity or Compulsion?, British Journal of Educational Studies, vol. 46, no. 3, Sep. 1998, pp. 251-263.
Frank Coffield, Breaking the Consensus: Lifelong Learning as Social Control, British Educational Research Journal, vol. 25, no. 4, Post-Compulsory Education, Sep. 1999, pp. 479-499.
Tuncer Can, Yaşam Boyu Öğrenme Bağlamında Yabancı Dil Olarak İngilizce Ders Kitaplarında Strateji Kullanımı, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yabancı Diller Eğitimi Anabilim Dalı, İngiliz Dili Eğitimi Bilim Dalı, Doktora Tezi, 2011.
Another Brick in the Wall
Hands Away
Break on Through
22.07.2012
As Good as It Gets
As Good as It Gets izlemeyen var mı hala bilmiyorum ama Jack Nicholson'un muhteşem oyunculuğunun oscar'la taçlandırdığı, film bitiminde arkana yaslanıp mutluluğu soluyacağın filmlerden biridir. Film, kaldırım taşlarının çizgilerine basmamaya dikkat eden, kapısını 5 defa kitleyip öylece emin olabilen, restorana plastik çatal bıçak götürücek kadar takıntılı, obsessive-compulsive hastalığından muzdarip Melvin Udall karakteri ile oğlunun hastalığından ötürü kendisini fazlasıyla ihmal etmiş dul kadın Carol karakterleri etrafında dönüyor genel olarak. Bunlar dışında gay komşu ve sevimli köpeği filmin ana karakterlerini oluşturuyor. Filmin diyalogları o kadar güzel ki zamanın tükenip filmin bitişine şaşarsınız. Zaman zaman kahkaha attırıyor zaman zaman da naifliğin, romantizmin en saf haline tanık oluyorsunuz. Filmi izlemeyip izlemeyi düşünenler varsa(ki izleyin mutlaka) bundan gerisini okumasınlar, özellikle hoşuma giden birkaç diyaloğu buraya taşıyorum.
Film notum:8
--------------------------------------
Melvin her zamanki restoranına gider ama her zamanki oturduğu yerde bir çift mecazi cümlelerle sohbet ediyorlar.
Melvin : Bence mecazi konuşan insanlar kasıklarımı şampuanla yıkamalı
Paldır küldür psikiyatri odasına dalınca, tüm gözler ona çevriliyor ve kısa bir duraklamadan sonra
Melvin : What if this is as good as it gets? (Ya elimden gelenin en iyisi buysa)
Dexter'ın Rita'sı filmde Melvin'e hayran bir genç kız rolünde ve soruyor:
kız: Nasıl olabiliyor da kadınları bu kadar iyi yazabiliyorsunuz?
Melvin: Bir erkeği düşünüyorum, sonra da mantık ve sorumluluğu çıkarıyorum.
Gay komşusu ağlayıp sızlarken
Melvin: Nonoşum, sen depresyonun yüz karasısın
Carol ve gay Simon'u tanıştırırken
Melvin: Carol the waitress, Simon the fag (Garson Carol ve ibne Simon)
Carol, iltifat istiyor kendisinden.
Melvin: Nasıl desem bir hastalığım var. Doktorum, her zaman gittiğim psikolog, benzer vakaların yüzde 50-60' ının ilaçların faydasını gördüğünü söyler. Ben haplardan nefret ederim. Haplar gerçekten tehlikeli şeylerdir. Haplarla ilgili kullanabileceğim tek sözcük budur: Nefret. İltifatıma gelince bana gelip "asla" dediğin o gece, ertesi sabah hapları kullanmaya başladım.
Carol: Bunun neresi bana iltifat onu pek anlamadım?
Melvin: Daha iyi bir adam olabilmeyi arzulatıyorsun bana
19.07.2012
cehenneme kadar yolun var!
İlginç bir müzik dinleme stilim var. Sevdiğim bir parçayı defalarca dinlerim. Bir keresinde beytepe'de kulaklığı taktım, erzurum'a kadar aynı şarkıyı 35-40 defa dinledim. Aşağıdaki şarkı da bu aralar sık dinlediklerimden. Ses harika, böyle buğulu seslere bayılırım. Benzer sese ikinci bir örnek olarak da şunu verebilirim. Yerli müzikten son zamanlarda popüler olan mehmet erdem akla gelenlerden.
15.07.2012
Yeni Eşiklere!
Üniversiteye başladığımda ilk günlerde hazırlık okuyoruz, hoca yaşımızı sordu, sırayla söylüyoruz. Yanımdaki kız 20 demişti hiç unutmuyorum. O an bana ne kadar büyük gelmişti. Altı üstü aramızda 2 yaş farkı vardı ama artık 20'nin görkemi miydi neydi bilmiyorum, kıza nasıl hitap etmem gerektiğini düşünüyordum kafamda :) 20 bir eşiktir diyordum, 20'yi aşınca bu sefer 25'ten sonra artık gerçekten büyümüş eşşek kadar adam olursun derdim. Büyüdük eşşek kadar adam olduk artık. Yeni eşiklere yelken açtık gün itibari ile.
Sweet Summer Day
Streetlights
13.07.2012
Fringe #2
Dizi izlemek zahmetli iştir. Bir kere sürekli arkası var. Sadakat ister dizi. Hele bölümler bağlantılı ise baştan sona izlemen gerekir. Çok zaman alıcı bir aktivite, izleyeceksen bari iyisi olsun, değsin. Dizi-zaman olgusu hakkında burda Tolga son yorumda değinmiş.
Eskiden TV'de o an ne varsa onu izlerdik. Seçenek yoktu, yayındaki ile yetinirdik. Oysa şimdi internet vasıtasıyla istediğimiz diziyi izleyebiliriz. İster Amerika'da yayınlansın, ister Kore yapımı olsun isterse de başka uzak bir diyar, farketmiyor. Hal böyle olunca çok kaliteli diziler öne çıkıyor ve bunlar sadece kendi ülkelerinde değil tüm dünyada popüler oluyor. Bizim de takip edebildiğimiz dizi 3-5 tane ancak olur, ki bu bile fazla aslında. Konuyu fazla dağıtmadan asıl mevzu Fringe'e gelelim. Dizinin ilk iki sezonunu izledikten sonra kısa bir değerlendirme yapmıştım burda. 3. sezonunu 17. bölümüne kadar izledim ve bendeki kanı değişmedi. Güzel konular, vasat kurgu ve oyunculuklar. Herşeyi geçtim paralel evrenler vs. de tamam, ama ruh transferi ile sapıttılar tamamen. Tamam belki işin teorisi vardır, bakmadım bilmiyorum ama herifin ruhu başroldeki kadına girince kadın bir anda travesti gibi konuşmaya başladı ki ben de koptum. Zaten çok yapmacık geliyordu, bir de işe bu kabızlık hali girince indirdiğim tüm sezonları birden shift+delete ile uçurdum. Popüler bir dizi aslında ama hiç izlemediyseniz tavsiye etmem. Bunca çeşitlilikte bu kabzımallık çekilmez bana göre.
11.07.2012
Home sweet home!
Hayatı boyunca sürekli yer değiştirmiş, hiçbir yerde uzun süre kalmamış ve mekandan bağımsız/kopuk olduğunu iddia eden ben bile bazen böyle bir evim olsun da orda sabitleneyim diye düşünüyorum. Ev dedik de bir evde en sevilesi iki yer, varsa bahçesi ve balkonu. Ne güzeldir böyle bir evde dostlarınla, sevdiklerinle çayını kahveni içeceksin ve sohbetten sohbete dalacaksın.
fotoğraflar
fotoğraflar
2.07.2012
Euro 2012 Okumaları #2
Del Piero yazmış 2012’den aklında kalanları da benim başım
kel mi:
· Finale kadar catenaccio’dan vazgeçmiş takır takır top oynayan İtalya kupayı alsın isteyen çoktu; ama futbolda sahada oynanıyor ya işte -hadi son 30 dakikayı saymayalım- yine hak eden kazandı bence.
· 2008’teki İspanyol patlamasından sonra şöyle bi futbolcuların yaşlarına bakıp bunlar 2010’u rahat alırlar demiştim ama çok daha fazlasını yapacaklar gibi. Bu takımda en yaşlılardan Casillas 31, Xavi 32 ve Xabi Alonso 30 yaşında. Casillas’ın zaten 40’a kadar yolu var kaleci olarak. Xavi ise hızıyla oynayan bi adam olmadı hiçbir zaman bu nedenle 34 yaşında kondisyonu maçları kaldıracaktır. Xabi Alonso için ise henüz yaşlandı denemez. Geriye kalanların tamamı 20 küsürlü yaşlarda. 2014’ü almaları şu an gözüktüğü üzere futbolun doğrusu ama esas merak ettiğim Xavi bu takımdan eksildiği gün takımın kaybının büyük olup olmayacağı. Artık Barcelona Thiago’yu mu yetiştirir yeni birini mi çıkarır yoksa diziliş bi miktar değişirken tiki taka takır takır devam mı eder orası şimdilik muamma.
· İngilizler başka acayip. Arkadaş kaç turnuvadır penaltılarda kaybediyorsun. Otur araştır, çalışma falan yap ne bileyim.
· Ben öyle her takımı takip etmediğimden acka keşfedebiliyorum da Dzagoev sağlam santrafor. Esas gol kralı olacak adam oydu ama erken kayboldu Ruslar.
· Baros bitmiş. Bu adam bayadır bitikti de Çeklerde hiç mi forvet yok da her maç ilk 11 çıktı anlamıyorum. Hala Baros’u çok severim Galatasaray’da kalmasını isterim ama adam fiziken yok derecesinde.
· Hollanda’da 2010’dan farklı olan ne diye sorunca cevap vermek kolay değil. Ama ortaya çıkan toblalar birbirinin tam tersi. Olay Van Bronckhorst’da değildi herhalde??
· Lahmi, Schweinsteiger, Podolski ve Klose jenerasyonu 4 turnuvadır yarı final görüyor ama bir türlü mutlu sona ulaşamadı. Lider eksikliği mi acaba çektikleri? Muhtemelen. Tahminim bu genç ve sağlam kadro bir dört turnuva daha yarı final görür. Sanki Almanya için ilginç bi şeymiş gibi sallıyorum işte J
·
Ronaldo çok iyi de bireysel karizmayı hep önde
tutmasının baskısı son vuruşlarda arızaya sebep oldu gibi.
Euro 2012'nin Ardından
Koca bir futbol turnuvası bitti tek bir post atmamışız. Oysa 2010'da aynı maç için iki post attığımız bile oluyordu, hey gidi günler hey. Halbuki ne çok sevmiştik meşin yuvarlağı deyip romantik bir çıkış yapayım. Kendi adıma son bir yılda olanların beni futboldan soğuttuğunu söyleyebilirim. Eskisi gibi ilgi duymuyor, maç izleyemeyorum ama tabi ki yine önemli maçları kaçırmamaya çalışıyorum.
Bu turnuvaya dair kısa kısa düşüncelerimi kayıt altına alayım istedim.
- İspanya turnuvaya bana göre iyi başlamadı, hatta finale kalmayacakmış gibi bir görüntü çizdi başta. Ama git gide performansını artırdı ve finalde de en iyi oyununu ortaya koyarak kusursuz bir performans gösterdi.
- Turnuvanın en sempatik takımı İtalya'ydı şüphesiz. Keşke kupayı da kaldırsaydılar. Ondan sonra gelen ise yarı finalde İtalya'nın elediği turnuvaların artık bahtsız olmuş Almanları. Eskiden, "futbol 22 kişi ile oynanır sonunda Almanlar kazanır" denirdi. Son yıllarda hem şampiyonlar ligi hem de Avrupa ve Dünya kupalarından sonra artık futbol 22 kişi ile oynanır sonunda Almanlar kaybeder versiyonuna döndü. Bana göre finale kalsaydı Almanya, İspanya'yı döverek kupayı kaldırırlardı ama olmadı, nasip değilmiş.
- Turnuvanın en büyük hayal kırıklığı tabi ki Hollanda. Son dünya kupasında final oynadıktan sonra turnuvadan 0 puanla elenmek büyük bir hayal kırıklığı.
- Yazık oldu dediğim takım Hırvatistan'dır kesinlikle. Turnuvanın finalistlerinin olduğu gruba düşmeleri onlar adına şanssızlık. Yunanistan'ın Çek Cumhuriyeti'nin çeyrek oynadığı bir turnuvada onlar kesinlikle daha fazlasını hak etmişti.
- Turnuvanın sürprizi bana göre Portekiz'di. İtalya da denebilir tabi ama İtalya'nın isim şanından her zaman bu tarz başarılar beklenir. Portekiz çok üst düzey bir başarı ortaya koydu, şampiyon İspanya bile ıkına ıkına penaltılardan ancak onları eledi yarı finalde.
- Turnuvanın götü kalkan takımı Rusya'ydı sanırım. Gruplardaki takımlardan en iyisi biziz, süperiz filan derken gruptan çıkamamaları "büyük lokma ye ama büyük konuşma" nın tezahürüydü herhalde.
- Turnuvanın en itici takımı Yunanistan. O boktan futbolları ile yine çeyrek final oynadılar ya, daha da bişey demeyeyim.
- Turnuvanın en iyi teknik direktörü İtalya'nın Prandelli'siydi. Final maçında 3 değişiklik hakkını doldurduktan sonra sakatlanan Motta'nın çıkması ise şanssızlıktı onun adına. Kimse İtalya'dan bunu beklemezken, o İtalya'ya finale kadar turnuvanın en zevkli en güzel oyununu oynattı. Yeniköy kasabını da kutlamak lazım tabi. O da tarihe geçti ama en iyi ve en oturmuş kadronun da onun elinde olması onun şansıydı.
- Turnuvanın en iyi oyuncusu...Tartışmasız Pirlo'ydu bana göre. Bir oyuncunun bir takım için bu kadar şey ifade ettiğini en son ne zaman görmüştüm biliyor musunuz? 2006 Dünya kupasında. O turnuvada Zidane Fransa için neyse bu turnuvada da Pirlo İtalya için öyleydi. Aslında ne çok da benzedi durumları. İkisi de kariyerinin son demlerini yaşıyordu. İkisi de finale taşıdı takımlarını. İkisi de çok konuşulan panenka usulü muhteşem penaltı attılar takımları adına. İkisi de finalde kaybettiler. İkisinin takımında da gözler hep onlarda, oyunun sıkıştığı zamanlarda dümene geçmeleri beklendi vs. vs.
- Turnuvada göze batan golcü olmadı. İbo'nun İsveç'i iyi olsaydı her halde çok konuşulurdu ama o da tek başında ancak bu kadarını yapabiliyor. Ayrıca Pirlo dışında Iniesta çok iyiydi. Zarif hareketleri, çalımları ve paslarıyla klasını konuşturdu yine bücürük.
- Turnuvanın en iyi hakemi bana göre bizim Cüneyt Çakır'dı. Tüm maçları izlemedim ama çeyrek final, yarı final ve final maçlarını gördükten sonra ondan daha iyi maç yöneten olmadı diye düşünüyorum. Üstelik tansiyonu yüksek bir maç da yönetti. Keşke ligde de bu kadar konsantrasyonlu iyi maçlar yönetse, keşke...
- Turnuvanın 11'ine gelince. Kaleye Casillas'mı Bufffon mu seçsem bilemedim ama sanırım Casillas daha fazla hak etti. Buffon'a torpil geçmeyelim şimdi. Gerçi Casillas da en az Buffon kadar efendi adamdır, severim kendisini o da ayrı. Geri dörtlüye Lahm, Ramos, Pepe ve Balzaretti. Orta saha Ronalda, Ozil, Pirlo, Iniesta ve Silva. İleriye ise isim bulamadım :) Ama herhalde Torres olur herşeye rağmen. Ki bana göre İspanya'da onun oyun içerisinde olduğu zamanlarda İspanya daha atak, daha fazla pozisyona giren bir takım oluyor ama pek oynatılmadı. Ona rağmen gollerini atmaya devam etti Torres.
- Turnuvayı piç edenlere gelince. Tabi ki Hikmet Karaman ve Ömer Üründül. Hikmek Karaman turnuva boyunca o kadar çok konuştu ki kayıt tutan melekleri bile yaka silkmiştir herhalde. Herif bi de öyle bir kendinden emin özgüvenle konuşuyor ki, dersin ki İspanya'yı durdursa durdursa bu adam durdurur. Ömer Üründül'e ise ne desem bilemedim. Yine o dalga geçen iğnelemeleri, yok "ben 100 defa dedim" tavırları, Van Marwijk bi bok bilmiyor afra tafraları off da off.. iyi ki turnuva bitmiş lan.
- Turnuvanın Kiev'de olması taraftar görüntüleri açısından renkli bir tablo ortaya çıkarttı, bu da kayıtlara geçmeli :)
Turnuvaya dair aklımda kalanlar bu kadar. Bu postu okuyup aklına bişey gelen varsa, buyursun yorumlara eklesin hatırladıklarını.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)