29.12.2010
Wayne Rooney Diyor ki
Wayne Rooney geçen ayki Barcelona-Real Madrid maçı için hayatında gördüğü en iyi performans olduğunu söyledi. Rooney'in dediğine göre maçı izlerken o kadar zevke gelmiş ki bir ara şaşkınlıktan amuda kalkmış. Rooney durumu "Coleen walked in and asked what I was doing! But it was the best performance I’ve ever seen. It was unbelievable." diye anlatıyor.
Rooney diyor ki: "Biz Barca'ya karşı şampiyonlar ligi finalinde oynarken bu kadar ezilmedik ama Realliler ruhsal çöküntüye girdiler, topla ne yapacaklarını bilmiyorlardı."
Bu arada Kaka'nın gelecek sezon Chelsea'ye transfer olacağı söyleniyor. Daha önce de Inter için adı geçmişti.
28.12.2010
Bir Mülakat Hikayesi
Sevgili profesyonelleşen dünyanın amatör ruhlu bloğu ve okuyucusu! Sen hala burda mısın ? :)
Bugün güzide bir kurumumuzun mülakatına girdim. Mülakat değil de kendi adıma ‘felaket’ de diyebilirim. Şu ana kadar bir sürü sözlü mülakata girdim ama hiçbiri bugünkü kadar amatörce ve kibirlice yapılmadı. Sınava bugün için çağrılan kişi sayısı 40 ve herkese başlangıç saati olarak 14:00 verildi. Sonra hepimiz bekleme salonuna doluşup beklerken, bir kişi için öngörülen sürenin 10-15 dakika olduğunu ve sınavda tamamı teknik olmak üzere 5-6 soru sorulacağı söylendi. Soyadı sırasına göre olan listede sonlara doğruydum. Buna göre sıranın bana 19:00’dan sonra gelmesi gerekiyordu ki sınavı 20 hatta 22’ye kadar sürdürebileceklerini söylediler. Benim gibi listede sonlarda olan, okulumuzun eski mezunlarından biri ile dışarı çıkıp bir yerde oturalım dedik. Yeni gözde mekanlarımdan biri olabilecek ortadünya'da 1.5 saat kadar oturduktan sonra kuruma geri döndük. Allah’tan döndük ki zaman geçtikçe mülakat süresi de kısaldıkça kısalmış. Saat 18:00’e 5-10 dakika kala sıra bana geldi. Odaya girdim buz gibi bir hava vardı. Oysa 18:30 otobüsünü kaçıran ve dibe vuran dipten çıkış kapısı olarak bu sınavı gören ‘ben’in sinirleri yeterli gergindi, bir de bu hava etkisi ile iyice dondular. Kendini tanıt dendi. Kendimi tanıttım odanın telaş kokan atmosferinde. ‘Çorbalar soğudu’ tadındaki bu telaşın mahcubiyetiyle soru beklerken hiçbir soru sorulmadı. Birbirlerine bakan gözlerden bir çifti bana dönüp ‘ne iş yaparız/yaparsın burda?’ sorusunu yöneltti. Gerisi iyice şaşıran şaşkın ‘ben’in birkaç şey zırvalaması ve sonrasında kar tipi içinde ‘tamam gidebilirsin’ yanıtı…Üç dakikada filan olmuştu tüm bu anlatılanlar. Dönüp ‘ama 14 saat …’ demek istedim ama çoktan buz tutmuş dilim dolanmadı. Dört bin civarlarında ücret veren bir kurumun 3 dakikayla(!) adam alması bana fazlasıyla profesyonelleşen, uzmanlaşan ve insanlıktan uzaklaşan ‘hayat’ımızı bir daha düşündürttü. ‘Hayat’ donup havada asılı kaldı ve harfleri birer birer dökülüp toprakla kucaklaştı. ‘Hayat’ doğduğu yere dönerek sonunun ‘toprak’ olduğunu usulca fısıldar gibiydi. Hayattan bana aşağıdaki uzmanlaşan ve aynı zamanda insanlıktan uzaklaşan dünyamızın hikayesi geriye kaldı. Ve tabi 14 saatlik devam ettiğim bu otobüs yolculuğu.
1908 yılında Henry Ford, Model T adıyla bilinen otomobillerinin üretimine başladığında, bir iğnedekinin aksine, tek bir otomobilin yapımı için 7.882 farklı işlemin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ford yaşamını anlatırken, uzmanlık gerektiren bu 7.882 işlemden 949’unun “fazlasıyla güçlü insanlar” tarafından, 3.338’inin ise “sıradan” insanlar tarafından yapılması gerektiğini söylemişti. Diğer işlemler, “kadınlar ve çocuklar” tarafından yapılabilirdi. Ford, soğukkanlı bir tavırla şöyle anlatıyordu : “Daha sonraları, 670 işlemin ayakları olmayan, 2.637 işlemin bir ayağı olmayan, 2 işlemin kolları olmayan, 715 işlemin tek kolu olmayan ve 10 işlemin de körler tarafından gerçekleştirilebileceğini anladık. ” Diğer bir deyişle, uzmanlaşmış işler bütün bir kişiyi değil, kişinin belli bir bölümünü gerektiriyordu. Aşırı uzmanlaşmanın ne kadar zalim ve insanlıktan uzak boyutlara ulaşabildiği, bundan daha iyi ifade edilemezdi.
Bu yazıyı 24 Aralık’ ta yolda yazdım, köprünün altından çok sular aktı ama yine de ekleyeyim istedim.
25.11.2010
Bir Muhasebe
İnternet aracılığıyla vs. yabancı ülkelerden birçok insanla sohbet etme olanağı bulduğumda dikkatimi çeken şey hep en zengin olarak bildiğimiz ve de öyle olan ülkelerde dahi insanların çoğunun 18-20 yaşlarından itibaren iş hayatına atılmaları oldu. Kimisi tam zamanlı, kimisi yarı zamanlı, kimisi en azından yazları da olsa bir şekilde hayata atılıp para kazanıyorlar. Dönüp en başta kendime, sonra da Türkiye’de üniversite okuyan gençliğe baktığımda büyük çoğunluğumuzun maddi sıkıntılarımız olmasına rağmen 22-24 yaşlarına kadar babalarımızdan aldığımız harçlığa talim ederek yaşadığımızı görüyorum. Elin Amerikalısı, Avrupalısı prestijli bir bölümde okusa dahi gidip yarı zamanlı garsonluk, satıclık vs. yapabiliyorken en başta ben olmak üzere biz ise iş beğenmeyip karizmayı çizdirmeyelim diye hiç bulaşmıyoruz.
İş meselesinde olduğu gibi kendi ülkesini ya da farklı coğrafyaları gezip görmek, çeşitli etkinliklere katılıp (eğlenme odaklı olanları demiyorum)gerçek anlamda sosyalleşmek, kendine faklı özellikler katarak geliştirmek, hayatıyla ilgili daha cesur kararlar almak gibi birçok alanda yine geride kaldığımızı görüyorum.
Aslında gene ülkemize saydırmak değil de kendime saydırmak benim derdim. Tabi yine benim gibi olan çok sayıda kişiyle ilgili genelleme yapmak istediğim de doğru. Ayrıca bu dediklerimin hakkını veren, hepsi olmasa da bir kısmı için gerçekten uğraşan insanları görmezlikten geliyor değilim. 25 yaşıma 1 ay kala hayatımda ilk defa maaşlı bir işe giren kendime kızmanın sonucu buraya yazdıklarım. İşin ilginci üniversiteye gelene kadar bulunduğum üst seviye ortamlarda dahi parmakla gösterilen bir öğrenci -yerine göre karakter- olmama rağmen geriye dönüp baktığımda üniversite geçen şu 6 yılda kendime hayat tecrübesi ya da kazanç olarak çok da bir şey katmamış olmak beni rahatsız eden. Ne Erasmus, ne Interrail, ne Exchange, ne Work&Travel gibi araçları kullanıp kendi kapalı dünyamda kaldığım gibi kıçımı kaldırıp bir şeyler yaparak bilmem kaç yaşındaki babamdan para almaktan utanmaktan kendimi kurtarmadım.
Esasında bir iş görüşmesinde okulu niye uzattın sorusuna “rahat okumayı tercih ettim” dememden sonra “peki bu zamanı nasıl geçiridin” karşı sorusunun karşılığının hemen hemen hiçbir şey olduğunu fark edişim tetikledi bu iç muhasebeyi. Ya okuyoruz işte deyip, onu dahi adam gibi yapmayıp uyuşuk uyuşuk geçirdiğim anlamsız dönemler geldi aklıma. Gerçi en azından boş da olsa yakın arkadaşlarımla geçirdiğim gerçekten huzurlu vakitler teselli veriyor bir parça. Ama yine o arkadaşlarla daha dolu, daha anlamlı ve daha faydalı şeyler yapamaz mıydık sorusu da gelmiyor değil aklıma.
Bu pişmanlığım aklımın bir köşesinde dursun da geri kalan vaktimizi saçma sapan değil de daha güzel ve anlamlı yaşayarak geçirmenin bir nedeni olsun. Bir de şöyle tekrar yazdıklarımı okuyunca kendimi ifade etmede sıkıntı yaşadığımı da gördüm. En iyisi yazmaya devam edelim de bu dertten kuruluruz belki.
13.11.2010
November Rain
Haftanın ritmi değil de ayın ritmi diyelim. Kasım aylarında bu şarkı ister istemez aklıma gelir.
11.11.2010
Üç Haftamın Özeti
İnsanın çevresine uyum sağlaması ve değişikliklere adapte olma süresi 3 haftaymış. Yeni yerimde 3. haftamı geçiriyorum. Bu süre içerisinde yaşadıklarımı, hissettiklerimi, okuduklarımı ve yine okuduklarım ışığında kusma zamanı geldi sanırım.
Buraya gelmem çok hızlı gelişti ve üstünde çok fazla düşünecek zamanım olmadı, dolayısıyla hala verdiğim karar üstünde düşündüğüm oluyor. Böyle durumlarda sular durulduktan sonra kararının isabetliği görülür. Hazırlıksız değişimden ötürü, toplum içindeki işlevimi yürütmeme yardımcı olan, bilinen psikolojik ipuçlarının birden tümüyle ortadan kalkması ve yerlerini kısmen yabancı, anlaşılmaz olanların alması sonucu oluşan bir şaşkınlık var hala üstümde. Örneğin akraba ilişkilerimizin Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinden daha karmaşık bir halde olduğunu gördüm. Uzakta olunca yozlaşmış bu takım ilişkilerin bir parçası değilsin ama burda bundan kaçınmak çok zor, onu anladım. Böyle anlarımda sığındığım liman Fransız sosyoloğu Alan Touraine'in "Bir değişim yapmış ve içinde bulunduğu topluluğa daha az bağlı kişiler, yeniden taşınmaya hazır kişilerdir" sözüdür.
Kendimi bildim bileli göçebe bir hayat yaşıyorum. İlkokulu bitirdikten sonra çantamı alıp evden çıkışımla, o diyar senin bu diyar benim dolaştıktan sonra çemberi tamamlayan manevrayla, başladığım noktaya geldim. Babam ve Oğlum filmindeki Sadık'ın "Ne oralı olabildim ne de buralı" lafı benim durumumu özetleyen laf oldu. 21. yüzyılın göçebesi...
Geçmişin göçebesi, soğuk ve sıcakta yol alır, açlık onun peşini bırakmazdı. Deriden çadırını, ailesini ve kabilesini de birlikte taşırdı. Sosyal çevresi, yuva adını verdiği fiziksel yapı da onunla birlikte yol alırdı. Günümüz göçebesiyse, fiziksel yapıları ardında bırakmaktadır. Yerin(coğrafyanın) artık çeşitliliği sağlayan bir kaynak olmadığı öğrenilmiştir. İnsanlar arasında ayrılıklar coğrafi temellere doğrudan dayandırılmamaktadır. Başvuru dilekçelerindeki adres geçici olabilmektedir. Artık insanlar yerel özelliklerini edinecek oranda aynı bölgelerde kalmamaktadırlar. Bu durum bir anlamda coğrafyanın ölümü demektir. Hareket, göç, kazanı öyle bir karıştırmış ki kişiler arasındaki değişiklikler artık bulundukları yerlerle ilişkili değildir. Bir yere/kente bağlanma bir şirkete, mesleğe ya da bir derneğe duyulan bağlanmaya göre zayıflamıştır. Bu açıdan bakıldığında, bağlanma duygularının yerle ilişkili sosyal yapılardan(kent, ülke, komşuluk vb) kopup, hareketli akıcı ve yere bağlı olmayan kuruluşlara(şirket, meslek, arkadaşlık bağları) kaydığı söylenebilir. Bir yerde yaşam boyu kalma, kırsal alanlarda görülen bir özelliktir. Bulunduğu yerden taşınan kişi, çevre yerlerle de ilişkisini kesmektedir. Alışveriş ettiği mağazasını, mahalledeki bakkalını, otobüs durağını, berberini vb. değiştirmektedir. Yaşam süremiz boyunca birçok yeni yer görmekle kalmıyor, yerlerle olan ilgimizin süresini gittikçe kısaltıyoruz. Böylece toplumdaki hız dürtüsünün, kişiyi ne kadar etkilediğini açıkça görmekteyiz. Çünkü kişinin mekanla olan ilişkisi, nesnelerle olan ilişkisine paralel olarak yürümektedir. Her iki durumda da birey, bağlarını çabucak koparmaya zorlanmakta ve yaşam hızının arttığını görmektedir.
Yola çocuk olarak çıkıyoruz; büyüyoruz, ana baba yuvasını terk ediyoruz; büyüyüp aynı döngüyü sürdürecek çocuklarımız oluyor. Bu döngü, otomatik olarak uzun süre yürürlüktedir. İnsanoğlu onun işlerliğini kabullenmiştir. İnsan varlığının bir parçasıdır bu döngü. Çocuk küçükken bu döngünün içindeki yerini fark etmektedir. Aile döngüsü, kişide süreklilik duygusunu uyandırır. Bu döngü, insan varlığındaki sağduyunun temel dayanaklarından biridir. Yakın geçmişe kadar bu döngü artan bir ivmeyle hızlanmaktaydı. Daha çabuk büyüyüp, evi terk edip, evlenip çocuk sahibi olunuyordu. Olaylar birbirine yakın oluşup, ana babalık dönemi daha çabuk kapatılıyordu. Artan yaşam hızı bu döngüyü bir anlamda parçaladı parçalayacak.Artık birçok kişinin, aileyi iyice çağa uydurup çocuktan vazgeçtiğini ve aileyi en temel öğeleri olan bir erkek ve kadınla sınırladıkları görülebilir. Bu model, aşırı devingen günümüz çağına uydurulmuş aile modeli olmaktadır.
Günümüz aşırı devingenliğinden bir takım problemler de doğmaktadır. Bu problemlerle ülkemiz gibi çağa uydurulamamış eğitim sistemlerini içeren ülkelerde daha sık karşılaşılmaktadır. Bu sorunlardan önemli bir tanesi kimlik problemidir. Birey 'ait olma' duygusunu oluşturmak çabası içindedir;hızla değişen çevre içinde kendisine bir kimlik kazandıracak ilişkileri kurabilmektir amacı. Bu amaca ulaşabilmenin yolu, sürekli devinen ve sayısı artan hedeflerden birini seçmek olacaktır. Oysa seçim yapabilmenin sorunları, aritmetik değil de geometrik olarak artmaktadır. Birey mallar, eğitim, kültür, boş zamanı değerlendirme ve eğlenceyle ilgili seçim olanaklarıyla birlikte sosyal seçimlerle de karşı karşıya kalmaktadır. Nasıl her hangi bir mal alırken sunulacak seçim olanakları konusunda kişide bir istek sınırı varsa sosyal seçim konusunda da birey bir yerde aşırı seçim olanağına ulaşmıştır. Öfkeli ve korkutucu bir özgürlük genişlemesiyle karşı karşıyayız. Kişilik bozuklukları, sinirlilik, ruhsal gerilimleri birçok kişinin şimdiden sağduyulu, bütünleşmiş, yerleşik bir kişilik biçimi oluşturmakta zorluk çektiğini göstermektedir.
Toplum, kişiyi düzensiz seçeneklerle bombardımanına uğratırken, yapılan seçimler birer rastlantıdan öteye geçemez. Hangi konuda(eşya seçimi veya düşünce seçimi) olursa olsun tüketici(alıcı) önceden saptanmış bir dizi zevkler ve tercihlerle gelmektedir. Üstelik hiçbir seçim tümüyle bağımsız olmayacaktır. Her biri daha önce yapılan seçimlerle koşullandırılmıştır. Bilinçli olarak ya da olmayarak, bütün eylemlerimizde kişisel bir biçime varma çabası görülür. Çoğumuz büyük bir istekle, seçimin artan karmaşıklığını kişi için katlanılabilir oranlara indirgeyen cemaat, aile-akraba, dernek gibi alt kültürlerin yol gösterici kolaylıklarının peşindeyiz. Ahlak anlayışlarının çatıştığı, aşırı seçimin sorun haline geldiği bir dönemde, en yararlı 'üstün ürün' kişinin yaşamını düzenleyecek bir kuraldır. İşte yaşam tarzının sunduğu da budur.
'Yaşam tarzları arasında' ya da 'alt kültürler arasında' kalmak bunalım yaratır. Günümüzün insanları biçim arayışları içinde olduklarından, geçmişin insanlarına oranla, bu tür bunalıma daha çok maruz kalmaktadırlar. Yoluna devam ederken, kimliğini değiştiren günümüz insanı, çarpışan alt kültürler arasında kendine özgü bir yörüngeyi izler. Günümüzün sosyal devinimidir bu: Söz konusu olan, yalnızca ekonomik bir sınıftan diğer bir sınıfa değil, bir topluluktan diğerine doğru oluşan bir devinimdir. Bir alt kültürden diğerine yaptığı bu huzursuz devinim, yaşam çizgisini oluşturacaktır. İpek giysisi ve boyunbağını, Wilson tenis raketini, kısaca geçmişteki alt kültürle kurduğumuz ilişkilerin simgesi olan her şeyi yaşamımızdan atacağız. Yeni kimliğimize uygun yeni nesneleri ve ilişkileri teker teker yaşamımıza sokacağız. Aynı süreç, sosyal yaşamımızda da ortaya çıkacaktır. Önceleri savunduğumuz düşünceleri kafamızdan çıkarıp atacağız(ya da onları yeniden açıklamaya veya akla yatkın biçimlere sokmaya çabalayacağız). Bu aşamada yeni alt kültürlerin bildirilerine(mesajlarına), görüşlerine ve karşı görüşlerine direnmemiz zordur. Bir o yana bir bu yana eğiliriz. Güçlü bir yeni arkadaş, yeni bir düşünce, yeni bir siyasal akım, kitle iletişim araçlarının getirdiği yeni bir kahraman, bizi önemli biçimde etkileyebilir. Dışa alabildiğine açık ve kararsız bir hal içine girmişizdir. Bir kişinin ya da topluluğun bize ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini söylemesini bekleriz. Kararlar, en küçükleri bile, zor alınır. Bu rastlantısal değildir. Günlük yaşamın baskısına dayanabilmek için, belirli bir yaşam tarzını sürdürdüğümüz zamana oranla daha çok konu üzerine bilgi sahibi olmak zorunda kalırız. Bu nedenle kaygılı oluruz;kendimizi baskı altında, yalnız hissederiz. Yeni bir alt kültürün çekim alanına gireriz ya da yeni bir alt kültürü seçeriz. Yeni bir tarzda giyiniriz.
Çağımızın baş döndüren hızında 'kullan-at' kavramına 'yaşam tarzları' da uymuştur. Bu, sıradan bir olay değildir. Çağımızın özelliği olan, bağlanma, kendini adama eyleminin yitirilmesiyle ilgilidir. İnsanlar bir alt kültürden öbürüne, bir yaşam tarzından diğerine doğru ilerledikçe, ayrılıkların kaçınılmaz acılarına karşı kendilerini koruyabilmek için koşullandırılmaktadırlar. Ayrılığın üzüntüsüne karşı, kendilerini korumayı öğrenmektedirler. Geçmişteki düş kırıkları yüzünden kendini bir şeye fazla vermemesi, bağlanmaması gerektiğini öğrenmek zorundadır. Böylece kişi, bir alt kültür ya da biçim edindi mi, kişiliğinin bir bölümünü bu çabasına katmaz, geri tutar(recovery partition gibi). Topluluğun isteklerine uyar;onun verdiği aitlik duygusunu kullanır. Ancak bu 'aitlik' eskisi gibi değildir, gizlice kendini güvenceye almıştır kişi;her an çekip gitmeye hazırdır. Bunun anlamı şudur: Topluluğun içine ne oranda girmiş olursa olsun, bir yandan da rekabet eden öteki toplulukların verdiği sinyallere kulağı açıktır. Bu açıdan bakıldığında topluluk içindeki üyeliği yüzeydedir. Kesin bir bağlanmaya girmemiştir. Topluluğun değerlerine ve biçimlerine, güçlü olarak bağlanmadığından, aşırı seçimin oluşturduğu ormanda yolunu bulabilmek için gerekli ölçüler dizisinden yoksundur.
Günümüz bilgi çağı dönemi, aşırı seçimle ilgili bütün sorunları, nitelikli yeni bir düzeye çıkmaları için zorlamaktadır. Yalnızca herhangi bir malın seçiminde değil, aynı zamanda yaşamlar arasından, yalnızca yaşam tarzı öğeleri de değil, tüm yaşam tarzları arasından seçim sağlamamızı zorunlu kılmaktadır.
Aşırı seçimle ilgili sorunların yoğunlaşması bizi kendimizi incelemeye, ruhsal yapımızı araştırmaya ve içimize dönük olmaya itmektedir. Bizi çağdaş hastalıkların en bilineni olan 'kimlik bunalımıyla' yüz yüze getirmektedir. Daha önceleri insan kitleleri böylesine karmaşık seçim olasılıklarıyla karşılaşmamıştı. Kimlik arama çabaları, kitle toplumundaki seçim olanaklarının yokluğundan değil, seçim olanaklarının çokluğu ve karmaşıklığından ortaya çıkmıştır.
Üstün bir karar alıp yeni bir yaşam biçimi seçtiğimiz zamanlar, belirli bir alt kültürle ya da toplulukla ilişki kurmakta, iç görüntümüzde bazı değişiklikler yapmaktayız. Başka bir deyişle, değişik bir kişi olmakta, kendimizi değişik olarak tanımlamaktayız. Daha önceki yaşam tarzımızı bilen eski dostlar, bildik bir tavırla kaşlarını kaldıracaklardır. Bizi tanımakta gittikçe zorluk çekeceklerdir. Gerçekte biz de eski kimliğimizi sevmekte ya da tanımakta güçlüklerle karşılaşacağız. Bir hippi geçiş aşamalarını farketmeden, astığı astık kestiği kestik bir işadamı haline gelebileceği gibi, bir işadamı da tarzının dış yapısını olduğu kadar temel tavırlarını da elden çıkarabilir. Günün birinde, "Geriye ne kaldı?" sorusunun bütün çıplaklığıyla önüne dikilmesi kaçınılmazdır. Kişiliğinden ya da 'kendinden' sürekli ve dayanaklı bir içyapı olarak geriye ne kalmıştır? Bazıları için karşılık yalındır. Çünkü onların artık 'kendim' kavramıyla ilişkileri kalmamıştır;bir dizi 'kendim' söz konusu olmuştur onlar için.
Çağımız, insanın kendini kavraması konusunda temel değişiklikleri gerekli kılmaktadır. İnsan yaşamındaki süreklilikleri olduğu kadar, süreksizlikleri de göz önüne alan, yeni bir kişilik kuramı oluşturmalıdır. Çağımız, yeni bir özgürlük kavramını da beraberinde getirmektedir. Sonuna dek zorlandığında, özgürlüğün kendini yadsıdığı gözden kaçırılmamalıdır. Toplumun, yeni bir faklılaşma düzeyine sıçraması, yeni olanakları da beraberinde getirecektir. Yeni teknoloji, geçici örgütsel biçimler, yeni bir insan türüne gereksinim duyacaklardır. Tüm boşluklara ve geçici geri dönüşlere rağmen, sosyal gelişmenin, bizi türlü insan tiplerine karşı duyulan geniş bir hoşgörüye ve kabule doğru götürmesinin nedeni budur. 'İstediğini yap' görüşünün birden yaygınlaşması da bu tarihsel hareketin bir sonucudur. Toplum bölündükçe ya da farklılaştıkça, çeşitli yaşam tarzları daha çok yaygınlaşacaktır. Toplum, sosyal açıdan kabul gören yaşam tarzlarını ortaya koydukça, herkesin istediğini yaptığı bir düzeye ulaşacaktır. Üstün beceri ve akıl düzeyinde olan, üstün sanayiye ilişkin sosyal yapının hızla oluşmasına akıl erdirebilen, doğru yaşam hızını saptayıp, doğru alt kültürlere zamanında giren ve zamanında gerekli yaşam tarzı örneklerini edinen kişi için başarı kaçınılmazdır. Bu büyük sözlerin, insanların çoğuna uygulanamayacağı bir gerçektir. Geçmişte ve şimdilerde çoğu insanın belirli yaşam tarzları içinde sıkışıp kaldıkları, bilinen gerçektir. Çoğu insan için seçim olanakları söz konusu değildir. Seçim olanaklarının artırılması, özgürlüğe giden yol olarak görülmemelidir. Seçim olanaklarının aşırı seçime ve özgürlüğün tutsaklığa dönüşebileceği olasılığı da gözden ırak tutulmamalıdır.
5.11.2010
Olasılıksız
25.10.2010
Kim Ki-duk
Bu Kim Ki-duk’un filmleri de nasıldır arkadaş. Hepsi tecavüz, fahişelik, garip seks ilişkileri ile dolu. Tamam insanın bilinç altında vardır bunlar ama her filme de koyulmaz ki bu yoğunlukta. Hayatta başka şeyler de var dikkate değer. Sürekli olarak cinsellik ön plana çıkarılıyor. Freudyen midir nedir.
Gerçi ben şimdiye kadar hep eski filmlerini izledim “Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring” hariç. Ve onda vardı farklılık. Geri kalanları da izleyip tekrar değerlendirmek lazım. Şimdilik bu notu düşmüş olalım.
23.10.2010
Tercih ve Kırılma Anı
Hayatımız, sonsuz parametreler içerisinde sınırlı seçeneklerden seçilen bir tek kararımızın sonucunda çok farklı bir mecraya yönelebilen, düşününce gerçekten çok karmaşık gelen bir zaman eksenine karşılık gelir. Ders kitaplarındaki tanımlamalara benzedi ama gerçekten üstüne kafayı yorduğumuzda hayatımızın bir adımında farklı bir karar verseydik çok farklı olacağımızı görürdük. Her insanın hayatında vardır öyle anlar. “O insanı görmeseydim ve bana böyle birşeyin varlığından bahsetmeseydi, şimdi buralarda olmazdım” diyenler ya da “X yeri tercih etmeyip Y yerini tercih etseydim…” , “onu bu şekilde yapmayıp şu şekilde yapsaydım…” gibi söylemler hepimizin düşündüğü/yaşadığı şeylerdir. Bu “dı” lı “di” li tercihler bizi biz yapan şeylerdir aslında. Bir şeyi tercih etmek öteki şeylerden vazgeçmektir. İktisatta buna bedel denir, bir tercihin bedeli vazgeçtiğin alternatif tercihlerdir. Bugün, hayatımda kırılma noktası sayılabilecek böyle bir kararın sonucunda, Cybersoft’tan ayrıldım. Bu tabiki çok zor bir karar oldu ve o kadar kısa sürede oldu ki ben bile nasıl olduğunu anlamadım. Çalıştığım yeri, yaşadığım kenti ve tüm arkadaş çevremi geride bırakarak puslu bir yola giriyorum. Elbette o puslu yolda bir ışık gördüğüm için böyle bir karar verdim ama neticede tecrübe edilmeden, uygulanmadan hiçbir şey tam olarak bilinemez. Şu anki ruh haletimi anlatabilecek uygun kelime bulamıyorum. Umarım hayırlı olur ve maliyetini fazlasıyla karşılayan bir tercih olur.
8.10.2010
Herkes Haddini Bilecek!
Uzun süre oldu blogda yazmayalı, böyle kötü biten bir güne nasipmiş yazmak. Bizim insanımız değişiktir, pratiktir(!) sonda yapması gereken işi başta yapar "ne gerek var abi bu kadar beklemeye hemen yapalım bitsin" der, sonda söylemesi gereken lafı söze başlarken söyler. Daha ilkokul bire giden çocuğuna büyüyünce doktor olmasını telkin eder, bu yönde hedef koyar aklı sıraca. Nereye bağlayacam merak ettiniz. Tabi ki maça... Gruplar başlarken "Almanya'yı neden geçmeyelim, bizim onlardan neyimiz eksik" kanısında olan birçok insanımız bizim sadece futbolda değil daha temel şeylerde de birçok eksiğimizi ya göz ardı ediyordur ya da bunları göremeyecek kadar uyuyordur. Sergen Yalçın bugün "Hiddink'le bu gruptan birinci çıkamasak bu bizim için başarısızlık olur, çünkü biz zaten ikinci olurduk" demiş. Çarpık, yozlaşmış zihniyetimizin tezahürü, Almanya daha bu sene yapılan Dünya Şampiyonasının tozunu attırmış, kupanın en sansasyonel ve göze hoş gelen futbolunu ortaya koymuş takım iken, biz turnuvaya bile gidemedik. Şimdi hangi akıl hangi mantık bunu kabul edebilir ki? Aynı zihniyet dünya şampiyonası elemelerinde İspanya karşısında da yok muydu? Sonuç ne oldu, hüsran.
Türkiye'de son 20 yılda her alanda olduğu gibi futbolda müthiş değişimler, gelişimler yaşandı şüphesiz. Maalesefli yılları geride bırakalı yıllar oldu. Ama bugün nostalji yaptık adeta. Benim bu yaşıma kadar izlediğim en aciz, en zavallı takımdı milli takımımız. Sahada iyi bir tek oyuncumuz yoktu denebilir, bunun yerine hangisi en az kötü oynadı denebilir. Özer Hurmacı 90 dakika oynadı ama oynadı mı oynamadı mı ben anlamadım. Anlayan var mı, bu adam ne yaptı açıklayabilen var mı çok merak ediyorum. Sabri, Tuncay, Özer oynadıkları takımda doğru dürüst oynamadıkları halde milli takımda oynuyorlar. Bu nasıl olur anlamış değilim. Kaldı ki Sabri ters tarafta oynadı ki buna bit kadar anlam bile yükleyemiyorum. Tuncay, Aurelio, Ömer Erdoğan gibi yaşını başını da almış(hani ileriye yönelik filan zırvası da yok) futbolları yavan, bayat oyunculukları ile hala milli takıma alınması ancak "burası Türkiye burda herşey mümkün" lafı ile açıklanır.
Milli takım bu grupta ikinci olur tahminim, baştan beri böyle düşünüyordum. Ve eğer ikinci olursak bu kesinlikle çok büyük bir başarı olur, bakın başarı olur demiyorum çok büyük başarı diyorum. Çünkü bana göre son 10 yılın en kötü kadrosu var elimizde şu an, kulüpler düzeyinde de dökülüyoruz zaten.
Gelelim maçın iyileri, kötülerine :) Tabiki iyi oynayan yoktu bizden sadece Servet ve Hamit için idare eder denebilir. Diğerleri için kötülük sıralaması şu şekilde olur bence: Özer, Emre, Ömer Erdoğan, Aurelio+Tuncay(ikisini topla yarım adam etmez), Sabri,Halil, Volkan(kaleciler her zaman son eleştirilmesi gereken kişiler bana göre), Gökhan, Nuri.
4.10.2010
Crocodile
24.09.2010
Seinfeld
Yine piyasayı bilenlerin muhtemelen çok iyi bildiği ama benim geç keşfettiğim bir dizi Seinfeld. Ya da geç izlediğim diyelim. Çünkü yaklaşık bir senedir namını duyuyordum ama izleme fırsatı bulamamıştım. Kısaca komedinin, sit-com’un kralı diyebiliriz. Henüz iki sezonunu bitirdim ve çok şükür ki toplam 9 sezon. How I Met Your Mother ve Coupling gibi, son zamanlarda izlediğim dizilerden farkı konuları kadın-erkek ilişkileriyle sınırlı olmaması. Tabi ki konunun kadın-erkek ilişkileri üzerine gitmesi kaliteyi azaltmıyor. Zaten özelikle Coupling son sezonu hariç altına işetecek kadar güldürmeyi başarabilen harika bir örnek. Belki farklı konuların olması hayattan daha fazla ayrıntı yakalanması ve insanın kendisi ile daha fazla özdeşleştirmesi olabilir.
Nasıl ki Coupling’in Jeff’i, HIMYM’ın Barney’si varsa Seinfeld’in de Kramer’i var. Az ekrana geliyor belki ama kesinlikle öz geliyor. Kramer gibi Costanza da çok komik bir karakter. Kısa boylu, kel her zaman batıran bir adam diye özetleyebiliriz. Dizinin senaristi ve oyuncusu Jerry’nin performansı çok yukarılara çıkmasa da aradaki stand-up ları orijinal. Ben kaldığım yerden devam edeyim gülmeye deyip kaçayım.
10.09.2010
Batan Meseleler #1
Yapılan araştırmalara göre en fazla üniversite mezunu yüzdeli şehir Ankara’ymış. Ama bazen insan şüpheye düşüyor işte. Bir türlü öğrenilemeyen bazı davranışlar yüzünden. En sinir olduğum mesele metrodaki iniş-binişler. Mantık temelde çok basit: Yani önce inecekler insin sonra da binecekler binsin. Çünkü iki tarafa da akım olursa kaos olacak. Ama bunu öğrenmek istemeyen içi dolu trenden insanların inmesini beklemeden binmeye çalışan kazma kitle oldukça fazla. Israrla inerken “müsaade edin önce inelim” diyenlere rağmen durum değişmiyor. Bize de insanların çoğunun salak olduğu gerçeğini kabul etmek düşüyor galiba.
Bir başka mesele de yürüyen merdivenler. Acelesi olanlar için yürüyen merdivenin sol kısmının yürümeye açık olması lazım. Sabit duranların ise sağda beklemesi. Ama bu meselede de malum sebeplerden yine bir gelişme yok. Öne dikilen bir iki kişi arkadaki beş kişiyi engelliyor. Ve ben o anlarda kafayı yemeye devam ediyorum.
3.09.2010
Mezun
Bundan yaklaşık iki buçuk ay önce Büyük Gün demiştim ama o gün içimde patlamıştı. İki tane bütünleme sınavını da verip sonunda üniversite mezunu olmayı başardım ve üstümden çok büyük bir kalktı. Her ne kadar okulu toplamda 1 sene 2 ay kadar uzatmış olsam da bunun bana koymasından ziyade bittiğine şükrediyorum. Artık iş hayatıyla ve kendi paramızı kazanmanın başlamasıyla birlikte farklı tercihlerin ve bireysel anlamda daha özgür bir hayatın başlangıcı olsa gerek bugün.
Liseyi yeni bitirdiğimde üniversiteyi bitirmenin bir mesele olarak gözüküyor olmasına gülerdim herhalde ama işte insan karakteri ve üniversite özgürlüğü (rahatlık mı desek yatış mı desek bilemiyorum) farklı hallere sokuyor. Neyse bitti kurtulduk çok şükür. Darısı henüz bitirememiş arkadaşların başına!
31.08.2010
Futbolun Şifreleri:Penaltı
Futbolu hobi olarak seviyor, izliyor, gazete-dergiden takip ediyoruz. Daha büyük bir adam atarak kitap okuyalım bu çok sevdiğimiz futbol hakkında dedik, aldık elimize çok konuşulan Simon Kuper'in Futbolun Şifreleri kitabını...
Kitap gerçekten son derece güzel bir kitap, futbolun matematiği, istatistiği, ekonomisi(zaten kitabın ikinci yazarı Stefan Szymanski-ismi de tam bir işkence- bir ekonomist), mantığı,cartı curtunu iyice harmanlamışlar ve güzel anektodlarla keyifle okunası bir kitap oluşturmuşlar.
Kitapta bir birinden ilginç hikayeler var, zamanım olsa da bunların en dikkat çekenlerini burdan paylaşsaydım keşke, tabi en iyisi kitabı okumak. Misal Brezilya'nın 2002'de dünya kupası şampiyonu olurken kaleci Marcos'un sakat sakat oynadığını ilk kez burda okudum. Neyse asıl paylaşmak istediğim, okurken "lan yeter şunu paylaşayım bombaymış bu" dediğim penaltı meselesi...Hikayeyi anlatmadan oyun teorisinden bahsediliyor, oyun teorisi bilgisayarın babası John von Neuman tarafından geliştirilen, "yapacağım şey senin ne yaptığına, senin yapacağın şey ise benim ne yaptığıma bağlı" paradigmasını içeren bir çalışma. Gelelim hikayeye, penaltının ardındaki oyun teorisi meselesine:
Arjantin'in kırsal bölgelerinden birinde oynanan bir maç, (penaltı düdüğü çalan) düzenbaz bir hakem, öfkeli bir oyuncu tarafından yumruklanınca, bitimine saniyeler kala ertelenir. Federasyon maçın son 20 saniyesinin bir sonraki pazar günü oynanmasına yani penaltı atışının bir sonraki pazar kullanılmasına karar verir. Bu da herkese penaltıya hazırlanmak için bir haftalık zaman dilimi verir.
Penaltı atışından bir kaç akşam önce, atışı kurtarmak zorunda olan kaleci "Gato Diaz" penaltıyı kullanacak oyuncuyla ilgili bir şey mırıldanır:
"Constante sağa atar."
Kulüp başkanı "Her zaman" dedi.
"Ama bildiğimi biliyor."
"O zaman sıçtık."
"Evet, ama ben de onun bunu bildiğini biliyorum" dedi el Gato.
Masadaki biri, "O zaman hazır ol ve sola yat" dedi.
Gato Diaz, "Olmaz. Bildiğini bildiğimi biliyor" dedi ve yatağına gitmek üzere kalktı.
29.08.2010
Cell 211
Zaman zaman çok fazla film çekildiğinde artık özgün senaryoların yokluğundan ve filmlerin kendini tekrar ettiğinden yakınıyorum. Ama buna rağmen her zaman karşınıza yeni bir şeyler çıkabiliyor. Hollywood’la sınırlı kalmayınca tabi ki bu ihtimal daha fazla. Oradaki standartlaşmanın yanı sıra en azından daha fazla bakış açısı şansı tanıması bile yeterli.
Cell 211 bir İspanyol filmi. İşe başlamak üzere olan yen i gardiyanın hapishaneyi gezerken bir kaza sonucu ayaklanma ile beraber içeride kalmasıyla başlıyor. Bu durumda kedini yeni bir mahkum olarak saklamaya çalışıyor. Dışarıda bekleyen hamile eşiyle birlikte olaylar daha da karışınca ortaya enfes bir film çıkmış. Hapishane filmlerinin neredeyse hepsinde ilginç şekilde bir çekicilik zaten olur. İyi bir senaryoyla bu film bence en iyi örneklerinden birisi olmuş.
27.08.2010
Utanç
Herhalde takımımın beni bu kadar üzdüğü bir gün daha yoktur. Avrupa’nın sıradan bir takımına elenmek futbolda var olan bir şeydir, olur. Ama sahada oynayanlar 3-4 tanesi hariç pas veremeyen/alamayan, pozisyon alamayan, ne yapacağını bilmeyen oyunculardan kuruluydu. Yönetim desen kaç aydır sürüncemede bıraktığı transfer işlerini elinde patlatmış, sahadaki cenazeyi izliyor. Kafayı ekonomiyle bozmuş, sahada olan biteni göremiyor. Dünyaca ünlü teknik direktörümüz oyuncularla hiç alakası olmayan sisteminde ısrar edip duruyor. Yetenek özürlü adamlardan hala Xavi-Iniesta gibi pas vermesini bekliyor. Her ne kadar kaos ortamı olsa dahi, oyuncular kaliitesiz olsa dahi her takımın oynayabileceği system bulunur ama buna yanaşmadığı için burada geleceği yoktur. Gitsin bir Avrupa kulübünü çalıştırsın.
Yönetim de işi uzatmadan istifa etsin, bu kadar rezillik yeter. Bu saatten sonar Messi gelse bile, neye sevinelim. Ağustos’ta Avrupa’ya veda etmişiz. Neye sevineceğiz, neyi umut edeceğiz. Bu sene Galatasaray’dan hiçbir şey beklemiyorum. Sağolsun Fener kardeşimiz bizi yalnız bırakmamış. Hakkaten ebedi dost olsa gerek.
26.08.2010
Great Teacher Onizuka
Bir ara arka arkaya Kore dizisi izliyordum. Farklılık çekiyor insanı tabi. İşi de biliyor zaten namussuzlar. E tabi kaliteli olanları izledikten sonra bıraktım ya da ara verdim diyeyim. Onlardan sonra tavsiye üzerine bir de Japon dizisi izlemiştim. Sonradan öğrendim ki Japonların en popüler dizilerinden biriymiş. 1998 yapımı. Oldukça eğlenceli. Elbet çocuksu yanları var hangimizin yok ki. Bu arada animesi de varmış ama anime çok sarmıyor beni. Sevenler ona da bakabilir.
20.08.2010
Passız Galatasaray
Bir seneden uzun süredir pas futbolu temelinde futbol oynatmaya çalıştığı iddiasıyla takımın başında bulunan Rijkaard’ın Galatasaray’ı maalesef Avrupa’nın orta saha takımları kadar pas yapamıyor. Maalesef buna yönelik umut da vermiyor. Pas futbolunun esası olan 4-3-3 düzeninde oynarken orta üçlünün tamamı defansif orta saha tanımına uyan futbolculardan kurulunca zaten sonuç vermesi pek beklenemez. Bir de futbolcuların en az iki tanesi organize hücum futbolundan bihaber Türk futbolcularından oluşunca sonu başından belli film gibi. Rijkaard’ın ne düşündüğü ise muamma. Bu kadroyla oynanması gereken diziliş 4-2-3-1 olmalı. Nitekim bugün de öyleydi. Orta ikiliden birisin ayağı iyi top yaparsa iyi şeyler vaat edebilir ama Ayhan kardeşimize bağlı kalacaksak çok iddialı olamayız.
Yine başa dönersek, takımda organize paslaşmalarla yüklenme adına bir şey göremiyoruz. Skibbe’nin 4-2-3-1’in de Arda-Lincoln-Kewell-Baros’un Avrupa’da oynadığı futbolu hatırlayınca “Hey gidi günler” demekten kendimi alamıyorum. Takımda yardımlaşma, boşa kaçma vs. hak getire. İnsan hakikaten merak ediyor Rijkaard bu takıma ne öğretti, ne verdi diye. Zamanında gazlandık tezahürat ettik ama beklentimin sonuna geldim ben. Sezonu bitirsin diyorum ama isminden dolayı, onun haricinde bir gelişim görebilmiş değilim.
Maçın başında önce Ali Turan’ın sonra yine o ve Hakan Balta’nın batırdığını çıkarmak seyircinin kralları Kewell ve Baros’a düştü. Esasında 2-0’dan sonra çok normal bir maç izlemedik. Takım rezil oluşunun farkına varıp yüklendi durdu. Usta ayaklar bitirdi. Bu geri dönüşü Rijkaard’a yazamayız yani. Baros’u oyuna soktu ama gereksiz yere kenarda bekleten de kendisiydi. Eğer kondisyonu yetersiz diyorsa önce Baros’la başlayacak, skoru aldıktan sonra ikinci yarıda çıkaracaktı. Zira bu takımının hücumunun Baros’suz işlemediğini defalarca test ettik.
İşin taraftar yönüne gelirsek bazı adamları içten sevmek, sahiplenmek gerek diye düşünüyorum. Çünkü takımın kimliğini oluşturan biraz da futbolcular. Bunlar takımda oldukça sahadaki takımı daha çok benimsiyorsun. Özellikle Kewell ve Baros’dan bahsediyorum. Yetenekli, sorumlu, seyirciyle arası iyi, profesyonelce çalışan adamlar. Bunlar sahada olsun da istediği kadar gol kaçırsın.Buraya getiren onlar takımı, bir yerde duracaksak da beraber duralım.
16.08.2010
Goodfellas
13.08.2010
2.08.2010
Hazırlık Maçları
Arsenal’in kendi stadında düzenlediği Emirates Cup’ı bir kısmını izleyince neden Galatasaray’ın bu tür kaliteli hazırlık maçları yapmadığı sorusu geldi aklıma. Kaç senedir birkaç istisna haricinde çoğunuğu 3.-4. Lig takımlarıyla hazırlık maçları yapılıyor. İzleyen de oynayanda yeterince ciddiye almıyor, zira herhangi bir ölçü değil. Sezonda oynayacağın en kolay maç bile bunlardan daha zor olacak. Bunun yanında iyi oyuncular beraber oynatılmıyor ve takımın birbirine alışması için sezonun başı bekleniyor ki oldukça anlamsız. Bu yıl Fenerbahçe ile bir maç yapıldı, onun bir faydası olmuştur elbet gereksiz gerginliğe yol açtığını bir kenara bırakırsak.
Arsenal gibi Ajax da kendi stadında her yıl başında bir turnuva düzenliyor. Hatta bu işin esas kurucusu onlar. Galatasaray 2003 yılında katılmıştı Amsterdam turnuvasına bir kez. Keşke bu tür turnuvalara sürekli davet edilse diyoruz ama pratikte o kadar kolay değil tabi. Çünkü Galatasaray sezonu kaç yıldır erken açmak zorunda kalıyor ve böyle davetler alma ihtimali dahi yok oluyor.
Hazır önümüzdeki yıl yeni stada geçilecekken keşke Galatasaray da bu turnuvanın bir benzerini başlatsa. En büyük kulüpler olmasa da Avrupa’nın başaltı takımları davet edilebilir. Sezonu erken açmak gereken durumlarda da yine kendisimiz gibi erken eleme oynamak durumda kalan takımlar tercih edilebilir ki 3 tane takım bulmak zor olmasa gerek. Bu maçların özellipi iyi takımlarla kendi stadında yapılması olduğundan yeterli sayıda seyirci çekmek problem olmayacaktır. Sezona sahte değil gerçek bir hazırlık olması da cabası.
Casablanca
Eski filmleri izlemekte zorlanan bir yapım var. Onun için istisnalar hariç izlemem. O istisnalar da en çok kabul görmüş filmler oluyor haliyle. Örneğin IMDB’de en üst sıraları zorlayan filmlerin oraya gelmek için bir sebepleri olması gerektiğinden istemeye istemeye başladığm bir kaç film oldu. 12 Angry Men bunlardan birisiydi. Oldukça ön yargılı başlamış olmama rağmen film bitince fikrim değişmişti ve filmi oldukça beğenmiştim. Seven Samurai’yda ise aşırı kalitesiz görüntü beni hemen kaçırmaya yetmişti.
Şimdi Casablanca’yı izledim. Ama bu filmi bu kadar popüler yapan şeyin ne olduğunu anlamadım. Bir sürü filmde olan ortalamanın biraz üzerinde bir hikayesi var. Hep düşük tempoda geçerken, izleyende farklı duygular uyandıracak şeyler yok. Romantizm ve savaş filmin önemli ögeleri gibi duruyor ama yoğunluk seviyeleri çok düşük. Posterine bakınca iyi bir aşk filmi mi acaba diyorsunuz lakin o mesele de sıradan filmin çoğu şeyinin sıradan olduğu gibi.
Annie Hall
Alvy Singer(AS) : Here, you look like a very happy couple, umm, are you?
Stranger Couple(SC): Yeah.
AS : Yeah? So, so, how do you account for it?
SC(woman): Uhh, I'm very shallow and empty and I have no ideas and nothing interesting to say.
SC(man) : and i'm exactly the same way.
AS : I see! wow! That's very interesting. So you've managed to work out something!?
Filme notum 9.
1.08.2010
Coupling
Çok sayıda dizi takip eden kişilerin kaçırmaları mümkün değilken benim gibi hakkında çok sayıda olumlu söz duymadan herhangi bir diziye başlamayan birisi için geç keşfetmiş olmak çok ilginç değil. Tarz olarak How I Meet Your Mother’a oldukça benzeyen ama ondan daha başarılı bir seri Coupling. 4 sezon sürmesine rağmen toplam bölüm sayısı sadece 28. Yani fazla bölüm çekmek için kalitesiz işlere girilmemiş. 6 bölümlük son sezon hariç. Çünkü o sezonda dizinin en komik karakteri Jeff maalesef yok ve bu da kaliteyi net olarak düşürüyor. Zaten son sezonu izleyince ne kadar önemli bir karakter olduğunu anlıyorsunuz.
Dizinin farklı yanı yanlış anlaşılmaların ve olayların abartılı işlenmesi. Daha farklı ifade edersek “bokun sıvanması”. Ama bu kalitesiz olarak değil de yerlere yatıracak seviyede yapılmış. Diğer bir yönü ise kadın-erkek farkının/düşüncelerinin net bir şekilde ortaya çıkarılması. Yine abartılı olarak ve yine yerlere yatırarak.
Komedinin zirve yaptığı, izlemeyince bir şeylerin eksik kalacağı bir dizi bence. Son olarak da diziden harika kısımları bize sunan Flying Dutchman'in "Jeff Murdock Anayasası" başlıklı serisini verelim.
24.07.2010
Sad Movie
Drama filmlerinde en güzel argüman, küçük sevimli bir veleddir. Bir de arka planda konuya uygun güzel bir müzik. Bizde Küçük Emrah'lı akımla başladı ve o dönem çok kişiyi şimdi komedi malzemesi olarak kullanılan diyaloglarla ağlattı. Babam ve Oğlum dramanın Türk sinemasındaki zirvesidir bana göre, bu filmde de küçük veled en donuk göze sahip olanımızın bile gözünü nemletti. Kore sinemasında da sağlam drama filmleri çevrilmiştir ki bunların en popüleri My Sassy Girl filmi herhalde. Başlığını verdiğim bu film de Kore sinemasının eseri, az bilinen bir drama filmi. Çok da acıklı gelmedi bana nedense ama küçük veledimizin olduğu sahneler yine top anlardı herhalde. Film izlenmeye değer güzellikte, müzikleri ile de zaten havaya sokuyorlar seni. Film notum 7. Filmi aldığım yerde not olarak şu yazıyı eklemişler : "Piskopat bir insan olmadığınızı mı düşünüyorsunuz! O zaman bu filmi izleyin eğer film sonunda gözlerinizden bir damla yaş gelmezse, üzgünüm ama sis piskopat, cani bir insanın tekisiniz" Hadi bakalım izleyeyim dedim ama yok demek ki piskopatlık varmış biraz bende.
21.07.2010
Messi-Maradona İkilemi
Ben Lionel Messi’nin 2007 yılından beri dünyanın en iyi futbolcusu olduğunu düşünürüm. Son 1-2 yılda artan şut ve son vuruş gelişiminin dışında oyununda ciddi bir dönüşüm geçirmiş de değil. Şut meselesi ciddi bir dönüşümdür skora katkı açısından tabi de ben geri kalandan bahsediyorum daha çok. 2007 yılında da şimdi de sıkışık pozisyonlarda önündeki bir iki adamı istediği takdirde geçebiliyor ve topu istenen yere ulaştırabiliyor.
2010 Dünya Kupası performansına gelirsek ben Messi’nin hiç de fena oynamadığını ve elinden geleni yaptığını düşünüyorum. Orta sahadan doğru düzgün top alamadığı, Mascherano hariç her adamın topu alınca kendini Messi sandığı takımda hücum gücünü tabelya ciddi bir maçta yansıtması çok zordu. Hem organize hem iyi oyucularla bezeli bir rakibe kadar kör topal gittiler ama orada da fena çarpıldılar. Ama Messi yine bir şeyler üreten futbolcuydu sahada.
O rezil taktik içerisinde Messi’ye tek kusur bulunabilir. O da liderlik karakterinin eksik olması. Onun haricindekiler laf-u güzaf. Tabi benim gelmek istediğim esas nokta ise ilginç bir ironi. Messi’nin yeni Maradona olması için Dünya Kupası kaldırması gerekliliğinden bahsedilmesi ama diğer yandan da bunun önüne geçen kişinin hocası Maradona olması. Maradona’nın yorumlarından Messi’yi kıskanmadığı ve geleceği seviyeye katkıda bulunmak istediğini anlıyorum ben kendi adıma. Ama orada bulunarak da bunu ilginç bir şekilde engelliyor. Bir Dünya Kupası’nı telef etmesine rağmen adı Maradona olduğu için yollanamıyor da. Gelecek Dünya Kupası’na kadar takımın başında kalma ihtimali var gibi. Umarım bu çelişki kısa sürede çözülür ve Messi de kendi tarihini daha normal koşullarda yazar. Gerçek seviyesi neyse bize onu gösterir.
20.07.2010
Perfume The Story of a Murderer
Çok acayip bir film...Bir filmde en fazla isteyeceğimiz unsurlardan biri orijinal senaryodur ya, bu film senaryosuyla tamamen orijinal. Ben hayatımda bu kadar ilginç bir film izlemedim, filmin çok iyi çevrildiğini söyleyemem. Zaten kitaptan beyaz perdeye aktarılmış birçok film gibi bu da kitap okuyucularını çok tatmin etmemiş. Kitabını da okumak gerek, ki okuyanlar şiddetle tavsiye ediyor. Filmi izlerken "ulan yok daha devenin nalı" demekten kendini alamıyorsun. A story of a murderer deyince aklımızda türlü türlü senaryolar oluşur, film bildiğimiz o senaryolardan değil. Bazı yerleri çok abartılı gelecek bize ama anladığım kadarıyla kitap okuyanlara bu bile az gelmiş, tabi abartının inandırıcılık derecesi de önemli. Diyeceğim o ki bu film izlemeye değer, film notum 7'dir. Filmi bitirdikten sonra komplo teorileri kafamda uçuştu ama spoiler olmasın diye - hani izlenecekse- bahsetmeyeyim.
19.07.2010
The Bucket List
Kepenkleri günün en güzel filmiyle indirelim. En sevdiğim aktör listesinde başa yazacağım iki usta aktör Jack Nicholson ve Morgan Freeman'ın oynadığı konusu klişe olsa da harika bir oyunculuk neticesinde çok güzel film diyeceklerimden. Zaten bu iki adam kahvede bir araya gelse ve film olarak bize izletilse yine de beğenirsin. Film notum 8.
18.07.2010
Juno
Hani evde spor ve rahat şeyler tarzından birşeyler bakarız ya, ya da şöyle diyeyim küçükken bakkalda sürekli gözümüzün takılı kaldığı renkli çizgili helezonik bir şekilde çubuğa sarılmış şekerler olurdu ya bu film o tadda bir film. Her ne kadar konusu gerzekçe gelse de izlenmeye değer bir film. Filmin müzikleri de ayrı bir güzel, özellikle biterken çalan "vampire" diye bir şarkı çok keyifli. Filme notum 7.
A Bittersweet Life
Başka bir psikopat Kore filmi daha. Adı gibi acı-tatlı. Acı yönü çok daha ağır bassa bile. İntikam temasını işlerken her zamanki gibi kandan, vahşetten kaçınmadan olduğu gibi yansıtılıyor diğer Kore filmlerinde olduğu gibi.
Filmlerdeki ana karakterlerden biri duygularını dışa yansıtmayan soğuk karakterli biri ise o film sırf onun için izlemeye değerdir benim gözümde. Bu kişi psikopat da olsa olgun bir adam da olsa çok fark etmez. Bu filmin esas oğlanı bu karakterlerden biri iken hikayenin güzel oluşu filmi çok daha izlenesi kılıyor.
Everything is illuminated
Pazar gününe uygun neşeli bir film diye düşündüm başlarken. Ama film ilerledikçe esprilerle birlikte dramın da kendini hissettirdiği bir hal aldı. Büyükbabasının geçmişiyle ilgili parçaları birleştirmeye çalışan yahudi bir gencin bu yolda yaşadıklarını eğlenceli bir şekilde anlatan, arka planda Alman nazilerinin dünya savaşında yaptığı zulmü fonda çalan, müzik ve görüntüleriyle çok güzel bir film. Uzak filmine benzer, oyunculuğunda kasıntı olmadan olduğu gibi doğal bir performans sergileniyormuş havasında olması özellikle ilgimi çekti. Ayçiçek tarlasındaki görüntü müthiş gerçekten bir de diyolaglar da çok hoş özellikle hoşuma giden bir tanesi filmin başrol karakteri Jonathan ve Alex arasında, camları pencereleri kırık dökük bir binanın önünden geçerken:
J:What is it?
A:Soviets
J:What happened here?
A:Independence
İzlenmese çok şey kaybettirmeyecek izlenince de iyiki izlemişim denebilecek eğlenceli güzel bir film, film notum 7'dir.
Eight Below
Bu filmi izlerken çocukluğumu yaşadım bir nevi. Erzurum'a yakın olan bizim köyde doksanların ortasına kadar en az karın yağdığı yıl abartısız 1 metre oluyordu. Hatta çok iyi hatırlıyorum bir keresinde o kadar çok kar yağmıştı ki tek katlı evimizin kapısı kar tarafından tamamen kapatılmıştı, Allah'tan babam evde değildi ki eve gelmek için kapıyı açtırmıştı. Yoksa havaların ısınmasını bekleyecektik kapının aralanması için. Bu dediğim 92 ya da 93 kışıydı. Yine yolda kalıp donan ayak parmakları kesilen çok kişi var o dönemden şifa kapan. Şimdi ise küresel ısınma her tarafı vurduğu gibi bizim oraları da vurdu, kar ancak yarım metre yağar ve çok da yerde kalmaz. Halbuki eskiden 12 ay yaylada kar görülürdü. Yine filmin beni götürdüğü bir nokta da benim çocukluğumun en dramatik olayı oldu. Çok sevdiğimiz bir tay vardı, turuncu renkli, yüzü ve dört bacağının yarısına kadar beyaz renkli sevimli mi sevimli çok akıllı bir hayvandı. Çocuklar nasıl şımarır naz yapıyorlarsa bu tay da aynı şekilde yapardı. Adını Murat koymuştuk, şaha kalkar, senle oynar, arkadaş gibi elini boynuna sarıp birlikte gezeceğin akıllı bir hayvandı. Neredeyse konuşuyordu, bu kadar akıllı ve seni anlayan bir hayvandı. Sonbahar bitiyor ve kışa giriyorduk. O mevsimde hayvanlar daha da bir vahşileşir hatta kurtlar neredeyse yerleşim yerlerine saldıracak kadar aç ve vahşi olurlardı. Böyle bir gecede bizim tay annesiyle birlikte dışardaydı ve sabah kalktığımızda annesi görünüyordu ama tay yoktu. Sonra aramaya koyulduk ki biraz ilerleyince derenin kenarında parçalanmış vücudunu görmüştüm. 8 veya 9 yaşındaydım o kadar ağlamıştım ki vücudum uyuşmuştu. Ben hayatımda bir hayvanın ağladığına şahit olmamıştım, o zaman gördüm bizim at da ağlıyordu, ben Murat diye seslenince yüreği parçalanırcasına tayın öldürüldüğü tarafa bakar bağırırdı ve gözünden yaşlar süzülürdu. Hatta inanılmaz gelecek belki ama 2 yıl geçmesine rağmen ben yine Murat dediğimde at yine aynı tarafa bakar iç geçirir ve bağırırdı. İnanılmaz bir şey hayvanların bu kadar duygusal ve akıllı olmaları.
Gelelim filme. Filmin başrolünde 8 köpek oynuyor. Köpeklerin performansı, duyguları, paylaşımları o kadar güçlü ki 10 üzerinden 10 veririm böyle performansa. Öte taraftan filmin insan karakterleri filmi zayıflatıyor ama sırf köpekler için bile izlenir. Belgesel tadında bir film izlemek istiyorsanız, drama ve maceranın olduğu bu filmi kesinlikle tavsiye ederim. Film notum köpeklerden özür dileyerekden 7'dir. Bana göre köpekler oskara aday olabilirlerdi.
A Very Long Engagement
Özellikle I. ve II. Dünya savaşlarını konu edinen tarihi filmleri çok severim. A Very Long Engagement olarak uluslararası dolaşıma çıkarılan Fransız yapımı bu film, I. Dünya savaşı sırasında idama mahküm edilmiş 5 Fransız askerin hikayesinden yola çıkarak I.Dünya Savaşını, insanlarda açtığı yaraları, parçaladığı hayatları ve genç bir kadının umudunu yitirmeden sevgilisinin izini sürüşü konu ediliyor. Filmin yönetmeni, Fransız harikası dünya klasiklerinde Amelie'nin yönetmeni Jean-Pierre Jeunet ve başrol kadın karakter yine Amelie'nin Audrey Tautou'dir. Güzel film ama dikkatle izlenmese ucunu kaçırabiliyorsun.
Filme notum 8'dir.
17.07.2010
Kupa Tahminleri Sonuç
Kupa boyunca tahminlerde bulunduk. Kupa öncesi takımların turnuva performanslarını görmeden öngörülerde bulunduğum için fazlaca yanıldım. Sonuçta o bir ay içerisinde oyuncu ve takım performansı belirleyici oluyor, sadece kalite etkili olmuyor. Misal Rooney müthiş bir sezon geçirdi, Lampard müthiş bir sezon geçirdi ama turnuvada vasattılar.
Kupa öncesi tahminlerde gruplardan çıkacak olan 16 takım tahminimden 10 tanesi tuttu. Çeyrek finale çıkar dediğim 8 takımdan 4 tane tuttu. Yarı finalden 4'te 1, sadece İspanya tuttu. Finale çıkacak olan takımları da İngiltere-İspanya'nın eşleşmesinden İspanya'nın şampiyon çıkacağını tahmin etmiştim. Bunun da İspanya tarafı doğru çıktı, gerisi koca bir yalan. Ama şampiyon çıkacak takımı turnuva başlamadan doğru tahmin edebildim. Karamurat ise tahminlerinde; gruplardan ikinci tura 16'da 11, çeyrek final 8'de 5, yarı final 4'te 2, final ise İngiltere-İspanya eşleşmesi ve şampiyon İspanya demişti.
Gelelim kupa başladıktan sonra yaptığım tahminlere. İkinci turdan çeyrek finale çıkacak olan 8 takımdan 7'si tuttu. Tutmayan, ABD-Gana maçında ABD'nin turu geçeceği tahmini oldu. O maç da uzatmalara gitti ve Gana uzatmalarda attığı golle haklı bir galibiyet aldı. Daha sonra yarı finale çıkacak olan 4 takımdan 3'ü tuttu desem de siz inanmayın çünkü 2'si tuttu. Aslında taraf olduğum Arjantin tahminini saymasak yine fena değildi ama işte işe duygularımı karıştırdım. Hollanda-Brezilya eşleşmesinde ise Brezilya dedim ki yine olsa yine de derim. Brezilya'nın şanssızlığı vardı o maçta. Sonra finale çıkacak takımlarda 2'de 2 ve şampiyon ve üçüncülük tahminlerinde de 2'de 2 yaptım. Böylece kupa başladıktan sonra yaptığım 16 tahminden 3'ü(ki birisi Almanya-Arjantin maçıydı ve "ben Arjantin diyorum ama bana inanmayın" demiştim) dışında 13 tanesi tuttu. Şimdi soruyorum şu ahtapot Paul paul dediklerinin lafı bile olur mu yanımda:) Yani benim tahminlere oynayan biri olsaydı servet yapmıştı şimdiye dek :)
Dünya Kupası Tahminlerim #1
Dünya Kupası Tahminlerim #2
Dünya Kupası Tahminlerim #3
Dünya Kupası Tahminlerim #4
Dünya Kupası Tahminlerim #5
13.07.2010
Dünya Kupasında Öne Çıkanlar
İşte dünya kupasında öne çıkanlar, çok konuşulanlar efenim.
Vuvuzela : Özellikle ilk maçlarda futbol zevkimizin içine etmiştir. Kabız olmuş sineklerin aynı anda tek koro şekilde vızıldaması gibi bir ses çıkararak stadları arı kovanına benzetti. Tabi turnuva ilerledikçe alıştık artık, duymamaya başladık. İspanya'nın 2008'e göre başarısının düşmesinde etkisi olduğunu ciddi bir şekilde düşünmekteyim.
Ömer Üründül : Yorumları çoğu kişiyi çıldırtmıştır ama ben öyle düşünmüyorum. Tabi bazı zamanlarda her insanın saçmalayabileceği gibi o da saçmalamıştır. Ama bence TRT'nin Muhsin Ertuğral gibi vızır vızır sesiyle arka planda bir adet vuvuzela görevini gören yorumculardan daha iyiydi. En azından sesi tırmalayıcı değildi. Öte yandan "evet, enteresan" deyişi, spikerin lafını onaylatırken örneğin "Siz ne düşünüyorsunuz Lucio hakkında, çok kaliteli bir oyuncu bu yaşına rağmen, değil mi sayın Üründül?" bunun gibi söylemlere karşılık her keresinde "çooook" diye cevaplamasıyla ekran karşısında keyifli anlar yaşatmıştır.
Hakemler : Dünya kupası gibi en büyük futbol festivali ve üstelik 4 yılda bir yapılan böylesine bir turnuvada en fazla öne çıkanlarda hakemlerin olması Ömer Üründül deyişiyle enteresan. Neredeyse her maçta hakem hataları görüldü. Japon hakem Yuichi Nishimura ve Özbek hakem Ravshan Irmatov dışında iyi yönetim gösteren hakem yoktu herhalde. Özellikle de Avrupalı hakemler berbattı. Buna rağmen finalin Japon ya da Özbek hakeme verilmemesini çok yadırgadım. Bu da enteresandı :)
Jabulani : Düşünüyorum da bu turnuva o kadar güzeldi ki bunca kötü şeye rağmen yine de sevdik. Hakemler, vuvuzelalar bir de şu güya teknoloji harikası olan jabulani...Ama bunlar içinde beni en fazla deli eden, bu toptu yahu. Çünkü topla oynuyorsun onun da içine edilmez ki. Her turnuva öncesi söylenen klasik "top kötü" söyleminden farklı olarak bu top gerçekten berbattı. Futbolculardan daha fazla öne çıkmak ister gibi bir hali var bu topun. Sanki futbolcu topla oynamıyor da top futbolcuyla oynuyor. Kimsenin kolay kolay söz geçiremediği top, kendi bağımsızlığını ilan etmiş gibi oradan oraya zıplamaya devam ediyor. Uzaktan şutlar, kanattan açılan ortalar, defansın arkasına atılan uzun paslar ve hatta yakın mesafeden yapılan yan paslarda bile bir an önce çizgiyi geçme arzusu vardı jabulanide.
Maradona : Bu kadar olumsuz şeyden sonra yüzümüze tebessüm konduran bir güzellik de vardı :Maradona. Dünya kupalarının en değerli ve güzel golü ona ait. Dünya kupalarının en değerli oyuncusu da o'dur herhalde. Bu kupada ise takım elbisesi, elindeki tesbihi ile saha kenarında yerinde oturmaksızın maçları takip edişiyle turnuvanın en renkli şahsiyetiydi. Kupa onunla daha anlamlıydı. Bu kupayı, hatırladığım 98, 2002, 2006'dan ayıran bir başka güzel yanı da Maradona'ydı kesinlikle.
Dünya Kupası EN'lerim
2010 mazi olurken, her kupanın ardından yapılan altın 11'ler, en iyiler FIFA tarafından seçilir. Bazen beğenmeyiz bu listeleri, politik kararlar ya da kupa performansından ziyade etiketinden dolayı listede olanları iddia ederiz. Aşağıdaki liste tamamen kişiseldir, belki çoğu kişinin yadırgadığı isimler de olacak ama dediğim gibi kişisel. Dünyanın en iyi futbolcusu Messi bence ve bir takım kuracaksam onun adını en başta yazarım ama kupa performansına bağlı olarak oluşturduğum altın 11'de Messi yok. Yine Xavi de yok, garip gelebilir ama dediğim gibi kupa performansı Sneijder'ın altındaydı bence. Bu yüzden yedeklerde olacak. Aşağıda kupanın altın 11'i.
Aşağıdaki de gümüş takım.
Gelelim EN'lere :
* Kupanın şampiyonu : İspanya
* Kupanın en iyi oynayan takımı : Almanya
* Kupanın en sempatik takımı : Almanya
* Kupanın en hayal kırıklısı : İngiltere
* Kupanın en çirkef takımı : Hollanda (kart istatistiklerinde de açık ara önde)
* Kupanın en zayıf takımı : Kuzey Kore
* Kupanın en mal takımı : Fransa
* Kupanın en golcü takımı : Almanya
* Kupanın en az gol yiyen takımı : İspanya(ortalama)
* Kupanın en iyi çıkış yapan takımı : Uruguay
* Kupanın sürpriz takımı : Gana
* Kupanın en gollü maçı : Portekiz-K.Kore(7-0)
* Kupanın en dramatik maçı : Gana-Uruguay
* Kupanın en iyi oyuncusu : Diego Forlan
* Kupanın en iyi kalecisi : Casillas
* Kupanın en iyi golcüsü : David Villa
* Kupanın en şanssız oyuncusu : Fernando Torres
* Kupanın en yedek olması saçma olan oyuncusu : Cesc Fabregas
* Kupanın en iyi hakemi : Yuichi Nishimura
12.07.2010
Zaman Tünelinde Müller
Sene 1974. Aralarında Müller adında futbolunun olgun çağında olan bir futbolcunun da olduğu Almanya milli takımı, o yıl Avrupa şampiyonu olan Bayern Münich'ten Müller'le birlikte 7 futbolcunun olduğu takımla dünya kupası şampiyonluğuna ulaşır. Müller, kupada attığı 4 golle bir önceki turnuvadaki 10 golüyle birlikte tüm zamanların dünya kupalaranın en golcü oyuncusu olur. Ve bu rekoru yıllarca kırılmaz, ta ki Brezilya'da futbolun tanrısı dedikleri Ronaldo boy gösterene kadar.
Sene 2010. Almanya, Avrupa şampiyonasında final oynamış Bayern Münich'ten Müller adında bir oyuncunun da dahil olduğu 7 oyuncusu ile birlikte dünya kupasında tüm rakiplerini sürklase eder. Ama İspanya'ya boyun eğer ve kupayı üçüncülükle tamamlar.
36 yıl zaman farklı bu Müller, futbolunun baharında ve kupayı 5 gol, 3 asistle tamamlayarak altın ayakkabıya layık görülür.
2010 Dünya Kupası Şampiyonu İspanya
"İspanya bu sene kötü", "EURO 2008'deki takımdan eser kalmamış" eleştirilerinin gölgesinde İspanya, her şeye rağmen dünyanın en büyük kupasını almayı başardı. İspanya 2 yıl önce EURO 2008'de taraflı tarafsız herkesin beğenisini ve sempatisini kazanarak şampiyon olmuştu. Bu turnuvada, EURO 2008'deki gibi havalı ama bir o kadar gösterişsiz oyun ortaya koydukları söylenemez ama yine de bu kupaya en layık takımlardı ve şampiyon oldular. Şimdiye dek bırakın kupayı finale bile çıkamamıştı, bu açıdan tarihe şahit olduk. İspanya'nın kadrosu o kadar iyi ki dünya karmasını oluştursan çoğu bu takımdan olacak nerdeyse. Ve bu takım kesinlikle şampiyonluğu haketti. Başkası alsaydı yazık olacaktı. Tarihinin en iyi jenerasyonunu yakalamışken hazır, ne varsa yoksa toplamalıydı bu takım. Yakışıyor Xavi'ye, Iniesta'ya, Villa'ya, Fabregas'a kupalar...
Yıllarca turnuvaların en iyi en sempatik takımlarıydı Hollanda ve İspanya. Her keresinde çok iyi başlıyorlardı kupaya ve heyecanlanır bu takımlar üstüne iddialara girerdik. Sonrası ise malum...Çeyrek finalde ya boktan bir gol ya bir hakem hatası ya da o gün hakkaten kötü oluyorlardı. 2002'de İspanya iyiydi yine, ama hakemler Güney Kore dedi. 2008'de portakallar şahaneydi yine, ama ne olduysa Rusya maçında suyu çekildi portakalların. Bu kez bu güzel iki takım rakiplerini bir bir eleyerek finale, baş başa, kafa kafaya kaldılar. Ama portakalların buraya gelmesi için bir bedel ödemisi gerekiyormuş meğer, o da güzel futboldan vazgeçmek. Portakal bildiğimiz portakal değildi, o sadece futbolu düşünen takım gitmiş, rakibine tekme tokat dalan, onu oynatmamaya çalışan bir takım vardı artık. Dünkü finalde belki de kupa tarihinin en iyi maçlarından birine tanık olmalıydık ama hayır öyle olmadı. İlk yarısında kemik sesleri vuvuzelaların bile sesini bastırmıştı. Hele hele De Jong'un uçan tekmesi... İşin kötü tarafı bu sene toptan kötü olan İngilizlerin ünlü hakemleri Howard Webb'in maçın hakemi oluşuydu. Tereddütsüz kırmızı kartı vermesi gerekirken, o sarıyı verirken bile tereddüt ediyordu. Tekmelerin gölgesindeki maçın uzatmalara gidişi ve sonrasında 117. dakikada maça sonradan giren Fabregas'ın müthiş pası ve Iniesta'nın mühteşem golüyle 2010 dünya kupası noktalanmış olacaktı.
Dünya kupasının son tahminininde böylece 2'de 2 yapmış olduk. Bir çift laf da Almanya maçı üzerine yapalım. Takımlar, üçüncülük maçlarına her ne kadar finale çıkamamanın burukluğu ile çıksalar da bu tip maçlar da kontrollü oyundan ziyade güzel futbolun görülmesi cazibeli maçları ortaya çıkarıyor. 2002'de Hakan Şükür ve İlhan'la çıkmıştık örneğin ne de olsa kaybedilecek bir şey yoktu. Almanya-Uruguay maçı da o şekilde başladı. Almanya oynadı, attı. Forlan oynadı, atarak, attırarak cevap verdi. Almanya son golü attı, Forlan'ın bu gole de verecek cevabı vardı hem de son dakikada. Ama direkler... Son dakikadaki muhteşem frikiği üst direğe takıldı ve Forlan'un komutasındaki askerler 4. oldular böylece. Almanya 3. lüğü daha fazla haketmişti zaten. Kupanın en güzel takımıydılar ama 3. oldular. Böylece Lineker'in sözü de yalan oldu. Almanlar 2002'de finalde, 2006'da yarı finalde, 2008'de finalde, 2010'da yine yarı finalde kaybettiler. Hiç de sonu Almanların mutlu sonu olan bitişler değildi bunlar. Bakalım şimdi 2012'de ne yapacak Almanların bu çok şey vaadeden jenerasyonu...