20.03.2013

Aylaklığa Övgü

Bir arkadaşımın ekşi sözlükte yazdığı bir entrylerden yola çıkarak Bertrand Russell’ın 1932 yılına ait Aylaklığa Övgü (In Praise of Idleness) isimli denemesini boş bir zaman (ilginç olan yazı da bununla ilgili biraz) bulunca okudum. Yazının genel bakış açısının yanında verdiği bazı fikirler de okunası. Kabaca özetleyeyim ve kendimce biraz tartışayım.

Öncelikle yazarın insanoğlunu geliştirici fikirlerin, bilimin, sanatın vs temelinin çalışmak zorunda olmayan zengin, aristokrat benzeri kesim tarafından atıldığına dikkat çektiğini belirtmek istiyorum. Yani boş zaman elde ederek daha huzurlu bir yaşam sürmek ve bu boşluğun en azından potansiyelli kişiler tarafından insanlığın gelişimine çevrilmesi temel amacımız. Az çalışma noktasında ise çalışma saatlerini 8’den 4’e düşürmek de ara amacımız oluyor.

İlk bakışta az çalışmanın çok orijinal bir fikir olmadığı ve kolayca görülebileceği düşünülebilir ancak yazar uzun uzun çalışmanın bi erdem olduğunun topluma aşılandığını ve insanların küçüklükten beri böyle yetinebileceği fikrinin aşılandığını belirtiyor. İlginç olan ise bunun zenginler, -genellikle daha eski dönemlerde- askerler ve din adamları gibi zaten ayrıcalıklı ve çalışmak zorunda olmayan kitle tarafından dile getiriliyor oluşu. Buna çoğunlukla bu kitleyle işbirliği içerisinde olan günümüz politikacılarını da ekleyebiliriz.

Sanayi devriminin ilk yıllarında günlük çalışma miktarının günlük 15 saat olduğunu ancak yazının yazıldığı tarihte ise 8 saate düştüğünü öğreniyoruz. 1932’den bu yana pek bi rahatlama sağlayamamışız ki bugün de sekiz saat çalışmaya devam ediyoruz. Çalışma saatlerinin azalması ve resmi tatil günlerinin ortaya çıkmasına aristokrat ve zengin kesimin verdiği tepki şaşırtıcı değil: “Fakirler bu kadar boş zamanı ne yapacak?”

Bu sürenin kapitalist gelenekteki ülkelerde sıradan insanlarını refahını gelişen teknoloji yardımıyla azaltılmayışı çok garip olamasa gerek. Ancak dönemin komünist Rusya’sında da değişen bi şey yok. Yine çalışmanın kutsallığına yapılan övgü ve gerekli ihtiyaçlar sağlandığında daha az çalışarak bunun rahatlığını yaşamak yerine bu kez de insanların geleceği yemesi ve biraz da gereksiz yeni ihtiyaçlar çıkıyor karşımıza. Mesela Sibirya’yı ısıtmak için garip bir proje girmiş devreye. O olmasa başkası bulunur. Yani orada da bireyin refahı birinci öncelik değil piramidin en altındakileri sefaletten kurtarıyor olsa da. İhtiyaçları geçince ortaya savaşlar çıkıyor ki aslında belki de zurnanın zırt dediği yer burası. Her zaman güçlü olmalısın ki senin ülkene çöreklenmesinler.

Kendimce bitirirsem iyi hoş da Bertrand abim sistemi düzeltmek, ekonomik dağılımın adilleştirilmesi, daha az çalışmak için falan ne öneriyorsun dersek pek bi cevap alamıyoruz. Tek yol devrim deyince ortaya çıkan devletler de pek yardımcı olmuyor, olmamış da zaten kendisinin dediği gibi.

Son olarak yazıda değinilen ama detaylıca işlenmeyen din adamlarının çalışmayı kutsallaştırması, boş zamanı olan aristokrasinin entelektüel gelişimi sağlaması, hatta yukarıda bahsetmediğim aşağıdakilerin uyanmasına vesile olacak fikirlerin dahi yukarıdan gelmesi gibi başlı başına üzerine düşünülecek konular vermesi açısından oldukça güzel bir deneme olduğunu da vurgulayayım.

                            

                            

11.03.2013

Brazzaville



Sıcak bir yaz günü, alıp başınızı gitmişsiniz uzak bir diyara..Suyun saflığı ve temizliğinden dipteki çakıl taşlarını, mercanları, balıkları görebileceğiniz masmavi bir diyar...Çok kalabalık olmayan ama tenha da olmayan bir sahilde, suda oynaşan çocuklar, voleybol oynayanlar, kendi halinde takılanlar, suyun tadını çıkaranlar, kumsalın tadını çıkaranlar gibi her türlü grup mevcut. Renkli, keyifli bir ortam var. Siz de adını ilk kez duyduğunuz bir tropikal içecek elinizde, şezlongda uzanmış manzaranın keyfini çıkarıyorsunuz. İşte tam böyle bir ortamda keyfinize keyif katacak, ketçapınızın yanına mayonez olacak bir müzik grubudur Brazzaville.

Brazzaville grubu 1997 yılında kuruluyor ve bugüne kadar 11 albüm çıkarttılar. Grup, Türkiye'de çok meşhur ve pek muhtemeldir ki siz de biliyorsunuz. Ben de üniversite hazırlıkta okurken genoa şarkısıyla grubu tanımıştım. Bundan daha iyi birçok şarkısı olmasına rağmen ve dinlediğim versiyonun kısalığına rağmen şarkı, grubun spiritüel tarafını ele vermişti ve bu güzel grubu keşfetmiştim. Tabi grubu pek tanımıyordum. Misal İstanbul'a aşık olduklarını, çok sonradan boğazın hikayesini anlatan Bosphorus şarkısıyla öğrendim. Grup defalarca Türkiye'ye geldi. İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Bursa gibi önde gelen kentlerde konserler verdi. Grubun vokalisti David Arthur'un dünyada en sevdiği üç yerden biriymiş İstanbul. Doğduğu büyüdüğü LA'yi 2003 yılında bırakıp "kendi evimde gibi hissediyorum" dediği Barcelona'ya yerleşiyor. Bu küçük ayrıntıyı da benim de defalarca düşündüğüm, hayal ettiğim şey olmasından dolayı ayrıca sevdim.

Grubun spiritüel bir yönü olduğunu söyledim evvelen. Bu yönü müziklerine iyi kodlanmış halde zaten, şarkı sözlerinde ve demeçlerinde de görebiliyorsunuz bunu. Zaten manifestosunda dedikleri: "Brazzaville, dünyanın 'harikalarla dolu bir yer olduğu' naif fikrine adandı. Biz dünyamızın yüzeyinin altında, her şeyin yolunda gittiği bir başka gerçeklik olduğuna inanıyoruz. Bizim için esas gerçeklik bu. Mümkün olan her zaman etrafımızdakilere yardım ederek dünyadan daha az korkar hale gelmeye kararlıyız" bu sözlerden bu adamların farklı olduklarını görüyorsun. David de, gezmeyi seven, gezerek keşfeden ve keşfettiği şeylerle mutlu olan bünyelerden. Woody Allen'ın şehirler üstüne çektiği filmlerin benzerini, Brazzaville grubunda şarkılarıyla yapıyor. Babaannesinin şiir ve hikayeleri ile büyüdüğünü söylüyor. Şarkılarında da insan hikayeleri bolca var. "Ölen arkadaşlarım, eşim, oğlum, mutsuz insanlar, dünyanın sessiz/sakin herhangi bir köşesine kaçmak isteyenler, yaşlılık, bir gün ölecek olma durumu, kainat ve yaşadığımız dünyadaki ikilemlerin arkasında saklandığını düşündüğüm gerçekler üstüne" hikayeler bina ediyorum diyor. She was married to the Bosphorus / She threw her ring in then she blew a kiss / To the Ottomans and Byzantines / Lying beneath the sea sözleriyle sizi büyüleyen ve boğaza aşık eden Bosphorus şarkısının hikayesi kendisine sorulunca, Özge Can diye bir kızın kendisine anlattığı hikayeden etkilenerek yazdığını söylüyor. Asla İstanbul'u terketmeyeceğini, nereye giderse gitsin geri döneceği yerin İstanbul olacağını söyleyen kıza, niye diye sorunca kızın cevabı "Çünkü ben Boğaz’la evliyim. 16 yaşımdayken vapurda yüzüğümü çıkarıp Boğaz’a attım. Şehirle bağım hiç kopmasın diye." cevabını almış ve belli ki bu hikaye çok etkilemiş onu. Şarkılarında anlatılan hikaye sizi çok iyi yakalıyor ve müzikle bütünleşiyorsunuz. Up here at 30.000 feet/above all the suffering and pain deyince kendinizi bir an uçmuş bir vaziyette bulurken, The sun is coming up soon/It's time to go to sleep ile uykusuz geçirdiğiniz gecelerinize ithafen yazılmış olduğunu düşünüyorsunuz.

Grubun Türkiye'yi bilhassa İstanbul'u çok sevdiğini ve sık geldiğini söylemiştim. Hatta Brazzaville in Istanbul diye bir albümü de var. "İstanbul'da dolaşmayı, küçük dükkanları ve kafeleri keşfetmeyi seviyorum. Ezan sesini dinlemekten hoşlanıyorum. Sizin buna gün içinde çok dikkat kesilmediğinizin farkındayım, fakat bir yabancı için bu ses, kulağa oldukça akılda kalıcı ve gizemli geliyor. Her gün deneyimlediğimiz şeylerin arkasında yatan gerçek dünyanın bir nevi hatırlatıcısı... " diyor İstanbul için. Ankara'da da eskiyeni'de iki konseri olmuş ki ayağımıza gelen fırsatı, hem de iki defa, tepmişiz.

Bu adamları en güzel ve özel yapan şey de bana göre samimiyetleridir. Misal mail adresini bırakıp, şu tarihte İstanbul'da olacam, evinde ağırlamak isteyen olursa bana ulaşabilirler diyebiliyorlar. Bu şekilde bir sürü ev konserleri vermişler. Bir salonda 20-30 kişilik bir gruba müzik ziyafeti sunmadan önce de pankek yapıp ikram ettikleri bile oluyormuş. Seyirci ile diyalogları, samimiyetleri, konser arasında yanınıza gelip muhabbet etmeleri, mainstream'e mesafeli oluşları ve sair farklı yönleriyle çok güzel bir grup. Bu samimi abiler, İstanbul'a, Ankara'ya daha çok gelecekler anlaşılan ve geldiklerinde de kaçırmamak lazım.

                            

                            

                            

9.03.2013

It's a Woderful Life

"Remember no man is a failure who has friends!"


Şurda kısa da olsa eski filmlerin kendi açımdan cazibesini anlatmıştım. Tabi bahsettiğim filmler seçme filmler veya çok iyi eleştirilerini duyduğum filmlerdir. Imdb film rate'i her ne kadar tam istediğimiz değerlendirme skalasına uygun olmasa da tavsiye niteliğinde kesinlikle çok başarılı olduğuna inanıyorum. Sonuçta bu oranlamayı bizim gibi çok sayıda kullanıcı yapmakta. Oscar ödüllerindeki gibi bir ihtiyar heyeti yok. Bu yüzden The Shawshank Redemption gibi efsane filmler hiç Oscar alamazken burda tüm zamanların en iyi film listenin tepesinde olabilmektedir. Tam da bundan dolayı imdb'de an itibari ile en iyi 29. sıradaki It's a Wonderful Life filmini izledim açıkçası. Bir de şöyle bir durumum var; izlemeyi düşündüğüm bir film hakkında eleştiri ve yorumları öncesinde okumam, filmi izledikten sonra okurum.

Başlıktaki filmin konusu adından belli, amacı seyircisinin mutlu olmasını sağlayacak bir "feel good movie" dir. Frank Capra'nın 1946 modeli filmi. Filmin yönetmeni Capra'yı şurda belirtilen hususlardan dolayı sevmesem de filminin hakkını verelim; çok iyi bir film kesinlikle ve çok iyi bir iş çıkarttığı kesin. Rear Window'un da başrol oyuncusu olan James Stewart bu filmde de başrolde ve kelimenin tam anlamıyla döktürüyor. Alfred Hitchcock'un bu adama olan takıntısını anlayabiliyorum. Eski filmleri izledikçe böyle büyük usta aktörleri de farkediyorsunuz. James Stewart, bu filmi yanı sıra Rear Window'da ve Vertigo'da çok iyi gerçekten. Benzer şekilde Cary Grant'i North by Northwest'le Jack Lemmon'u The Apartment ve Some Like It Hot'taki muhteşem performanslarıyla tanımıştım.

Kapitalizm bulutlarının Bedford tepelerini sardığı bir zamanlarda, herşeyin para olmadığını bize gösteren, para sevdasına inat namusuyla yaşayan kahramanımız George Bailey, gençlik hayallerini elinin tersiyle itip, babasının hayatta iken kasabasında üstlendiği iyilik temsilciliğini üstlenir. Oysa babasına bu küçük dünyada haps kalmayacağını, dünyaya açılacağını, eğitimini Avrupa'nın en güzel yerlerinde sürdürüp büyük adam olacağını söylemişti. Kendisi gibi eğitim fırsatını elinin tersiyle aşkı için iten güzel prensesimiz Mary ile evlenir. Mary dedik de, bu kız tam aşık olunacak kız. Çok fedakar, paraya ve güce tapmayan kadınların olduğunu bize ıspatlayan, tanrının bir hediyesi o. Hem de öyle böyle değil güzelliği, kurban olurum böyle kıza. Neyse biz konuya devam edelim. George, Mary ile evlenir çoluk çocuğa karışır, kıt kanat geçip sürmekte hayatları. Ama bir yandan da "lan keşke gitseydim avrupalara, yazık ettim karıma, çoluğumun çocuğumun rızkına mani oldum" düşüncesi var kafasının bi köşesinde. Tabi Mary zerre kadar parayı umursamadığı için böyle düşünmez, o sevginin vücut bulmuş hali, tek derdi George'udur, ailesidir. George'un iyilik acentesindeki yaşlı bunak amcası 8.000 dolar para kaybedince, George tam anlamıyla çıldırır. Eve gelir, triplere girer, sağa sola sataşır, bunalıma girer ve köprüye çıkıp tam intihar edeceği sırada, henüz kariyerinin başında genç bir melek gelir yardım eder ona. O olmamayı dilemişti, melek de ona olmayışında dünyanın nasıl olacağını, sevdiklerinin yaşamlarının ne şekilde olacağını yaşatarak ona gösterir. George kahrolur çünkü onsuz dünya herkese zindan ve lanet olsun deyip vazgeçer intihardan.

Bu konu etrafında ya da benzer temalı diyelim birçok film çekilmiştir sonradan. Ama elbette bu film bambaşka, hiçbiri bu filmin eline su dökemez, ki zaten Jim Carrey'in ya da Adam Sandler'ın içinde yer aldığı filmlerin bu filmle kıyaslanması bile abesle iştigalden başka birşey olamaz. Kısaca çok güzel film bence, izleyin pişman olmazsınız. Film notum:9

                            

                            

                            

3.03.2013

Searching for Sugar Man


Belgesel, gerçekliğin yaşanmışlığın öyküsü olması hasebiyle en az film kadar ilgimi çekmiştir. Bu yüzden Oscar ödüllerinde filmler kadar, belgeselleri de takip etmeye çalışırım açıkçası. Olayın anlatış tarzı bir belgesel için en önemli kriterdir. Bir kere gerçeklik çarpıtılmayacak, daha etkili olsun diye olduğundan farklı veya abartılı sunulmayacak. Daha sonra ajitasyon yapılmaması ve mesaj verme kaygısı güdülmeden izleyicinin yorumuna bırakalarak sunulması başarılı bir belgesel için önemli kriterlerdir. Filmde olduğu gibi burda da kurgu çok önemli.

Oscar'a dair burda bişey paylaşamadık ama en iyi film dışında gönlümden geçmeyen bir durum olmadı açıkçası. En iyi film kategorisinde de Argo'nun ödül alacağı zaten beklenmekteydi. Film politikti ve zaten zarfın Michelle Obama tarafından Beyaz Saray'dan açıklanması da manidar oldu. Gönlümden geçen Life of Pi idi. Django ya da Silver Linings de alsaydı daha tatmin edici olurdu kendi adıma. En iyi belgesel kategorisinde ise yazı konusu olan Searching for Sugar Man ödülü kaptı.

Konu şöyle böyle demeden direkt dalayım; masal gibi bir yaşantıyı konu ediyor. Masal gibi derken hani biri anlatırsa size 'yok daha neler' diyeceğiniz tarzda bir yaşam ele alınıyor. Adı şanı bilinmeyen özünde başarılı ama görünürde başarısız bir müzisyenin yaşamı konu ediliyor. Belgeselin başında bu adamın seyircilerin önünde intihar etme nedeni soru işareti olarak kafanızda belirliyor. Bir de tabi 'kafasına sıkarak mı yoksa herkesin gözü önünde kendisini canlı canlı yakarak mı öldü acaba?' ikilemi.. Sonra tanıklarla birlikte bambaşka bir doğrultuda buluyorsunuz kendinizi. İşte buna kısaca başarılı bir belgesel derim ben. Gerçekliği sunarken bile şaşırtmak böyle bişey. Aslında uzun uzadıya anlatmak istemiyorum, çünkü bu yazıyı okuduktan sonra izlemeye karar veren biri için can sıkan bir durum olur. Hiçbir şey bilmeden izlemek en güzeli oluyor. Adamın hayat serüveninde yol alırken, harika müzikleri ile de mest oluyorsunuz zaten.

Belgesel kahramanı bir müzisyenden öte mistik bir yönü de olan gizemli bir karakter. Esasında başarılı olmak veya olmamak da dert ettiği bir şey değil. Para hiç değil.. Böyle de garip biri. Son olarak büyük kızının bir lafı var ki çok hoşuma gitti gerçekten. Diyor ki, "..bizler işçi sınıfı ailelerdik, çalışmak bizim cezamızdı. 26 farklı evde yaşadık, bazılarının yatak odası yoktu. Bazılarının ise tuvaleti bile yoktu. Oralara ev denemezdi, sadece başımızı soktuğumuz yerlerdi. İnsanların fakir olmaları veya paralarının az olması büyük hayallerinin olmaması anlamına gelmez. Gönülleri zengin olabilir. Sınıf farklıları ve önyargının kaynağı buradan başlar. Seninle benim aramdaki fark budur veya onlar ile bizim farkımız şudur gibi."

                            

                            

                            

2.03.2013

Nuri ve Dortmund


Son bir iki yıldır futbolu eskisi kadar takip etmiyorum veya edemiyorum. Çok fazla izlemedim de ama bazı şeyler çok değişmiyor. Evet, futbol fazlasıyla hayata benzer ve azımız hayatta ne istediğinin farkına varabiliyor.

Nuri Dortmund ile beraber büyüdü. Batmış bir takım yeniden doğarken merkezindeydi Dortmund’un. Bu takım hala yükseliyor. Yerel olarak Bundesliga’da arka arkaya iki şampiyonluğu gördüler ama Avrupa’da tohumlar yeni atlıyor. Daha doğru bi ifadeyle ağaç büyümeye başladı.

Kaptan olmasa da oyunun kaptanı gemisini terk ettiğinde ise gerçekten tohumdular ve henüz ligde şampiyon olmuşlardı. Takımı ile büyümeyi tercih etmedi ve Real Madrid’in acımasız ve bence bir yabancı(İspanyol olmayan) için çok da önemli olmayan şaşasına kapılmayı tercih etti.  Kendisi ile birlikte var olan bi takımda CL yarı finalinde dramatik bir şekilde elenmek çok daha fazla anlamlı geliyor bana. Gidip Madrid’de piyon olmaktansa.

Nuri piyon dahi olamadı Madrid’de. Eski çöplüğüne döndü. 85. dakikada oyuna giriyor. Masalsı yaşayabilirdi futbolu. Ama hepimizin nefret ettiği sistemin gerçeklerini görüp acı çekiyor. Aslında bu bir ihanettir. Tıpkı insanların bazen bizim hayatta bazı şeylere kapılıp eski dostlarını unutması ve geri döndüğünde o samimiyeti bulamaması gibi.


                            

Konuşan Resimler

Avustralya'da bir itfaiyeci yangın söndürme sırasında koalaya su vermekte..

Rio de Janeiro'da bir heyelanda hayatını kaybeden sahibinin başından ayrılmayan sadık hayvan Leao ..

1950-53 savaşlarının ayırdığı Koreliler. Kuzey Kore'de akrabalarını görmelerine izin verilen Güney Korelilerden biri ayrılırken el sallar, geride kalan sessizce ağlarken..

6 askerle birlikte hayatını kaybeden 20 yaşındaki kuzenin cenazesini taşıyan araçın camından son bir veda busesi..

Suriyeli küçük kız, okul dönüşünde Halep'te bulunan evinin bir füze tarafından yok edildiğini öğrenince..

Japonya'da radyasyon taraması için izole edilen kız, köpeği ile cam ardından hasret giderirken..

Kuzey Kore'de 12 yıl kürek cezasına çarptırılan gazeteci Lee ve Ling ABD'nin diplomatik girişimleri neticesinde Kaliforniya'da ailelerine kavuşurken..

Anne, 7 aylık görev dönüşünde kızına kavuşunca..

2. Dünya savaşında esir düşen baba, 1 yaşından sonra kendisini hiç görmeyen kızına kavuşurken..

2011 Japonya Tsunami felaketinin 4 gün sonrasında enkazda bulunun 4 aylık mucize bebek..

1989 Tiananmen Meydanı protestoları sırasında Çin tanklarının önüne bedenini siper eden cesur protestocu..

1967 yılında, Vietnam savaşını Pentagon muhafızlarının süngülerine karşı çiçek uzatarak protesto eden ve çiçek gücü hareketı olarak sembolleşen fotoğraf..

Polisin kalkanı ile yere çakılan Kanadalı kız arkadaşı ile öpüşen Avustralyalı, isyana inat 'savaşmayın sevişin böcükler' der gibi..


Daha fazlası için şuraya bakın.

                            

                            

                            

Teq u Req

"Music is the melody whose text is the world."
                                                                     Arthur Schopenhauer

Halepçe'de 10 binlerce kürt bütün dünyanın gözü önünde acımasızca katledilirken, kürtlerin tutunduğu ve teselli bulduğu Şivan Perwer müziği olduğunu demişti bir arkadaşım. Müziğin etkisi adına çok çarpıcı gelir bana. Müzik ve sporun(özellikle futbol) eğlence ve oyundan öte olduğu şüphe götürmez. Geçenlerde Suriye'de çatışmalara Milan-Barcelona maç süresince ara verilmişti. Düşünün ki insanoğlunun en acımasız anlarına, ölüm-kalım meselelerine dahi spor 'teneffüs' diyebiliyor.

Müzik hayatın kendisidir. Bazen yaşanılanların özeti, bazen de özlemlere çığlık olur. Ağıt, isyan, aşk, nefret, ihanet, öfke gibi değişik duygu formlarını barındırır. Müzik ortaya çıktığı toplumun duygusal tepkisi, doğduğu toprağın dokusudur. Türkiye'de 20 yıl öncesine kadar arabesk müzik hakimdi. Sebebi açık; toplum politik ve ekonomik olarak acılarla yoğrulmuştu adeta. Bunun dışında sosyolojik açıdan bakıldığında da, bir iki nesil öncesine kadar yüzde 70'i aşkın kişinin ya kendisi ya da ailesi bir şekilde köyden kente göç etmiş, adaptasyon sorunlu kuşaktı. Bu anlamda da yeni hayatında yalpalayanların eski hayatına olan özlemlerin müzik formuydu arabesk. Kürtlerin müziğine de benzer şekilde acıklı bir hava hakim olmuştu. Günümüzde her ne kadar şartlar çok iyi olmasa da geçmişle kıyasen iyileştiğinden değişik müzik formları ortaya çıkmaya başlıyor, ki bu anlamda da bir geçiş dönemi olduğunu düşünüyorum. Sonraki dönemlerde muhakkak ki değişik formlar yaygınlaşmaya başlayacaktır.

Yazı konusu olan Teq u Req, kürtçe blues rock müzik yapan bir gruptur. Teq u req, Kürtçe'de 'gürültü patırtı' anlamında yaygın kullanılan bir deyimdir. Mecaz anlamında da 'durumlar nasıl?' sorusuna cevaben 'idare eder' anlamında da kullanımı var. Grup adını bu anlamda çok orijinal buldum. Hem afili duruyor hem de mütevazi bir izlenim bırakıyor. Grup üyelerinin blues tarzı, doğunun feodal sisteminde yıllarca ezilen ve toplumda yıllarca ikinci sınıf muamelesi gören halkının sesi olarak görmesi de manidar. Bilindiği gibi blues tarzı müziği siyahların ırkçılığa, köleliğe ve haksızlığa karşı isyan nakaratı olarak doğmuştu. Kürtçe müziğini pek bilmediğimden başka bu tarzda müzik yapan grup var mı bilmiyorum ama grubun bu anlamda pek yaygın olmayan değişik bir müzik serüvenine çıktıkları açık.


Play it, Sam. Play 'As Time Goes By'



Ilsa: Can I tell you a story, Rick?
Rick: Has it got a wow finish?
Ilsa: I don't know the finish yet.
Rick: Well, go on. Tell it - maybe one will come to you as you go along.
Ilsa: (özetle) I love you...