30.04.2010

Xavi&Iniesta || Tireless Workers???

Futbolla yakından ilgilenen hemen herkes PES de oynuyordur ya da en azından oynamıştır bir ara. Malum bu PES’in spikerleri de var. Zaman zaman insanı sinir eden yerli yersiz konuşan adamlar. Tabi bilgisayardaki maçı gerçek bir şekilde yorumlayacak şekilde spiker yapmak kolay değil, onun için anlıyoruz KONAMI’yi ve çok kızmıyor, sallamıyoruz.

Bazı oyuncular için özel sözleri var spikerin yer yer kullandığı. Mesela Messi ve C.Ronaldo’ya top geldiğinde “he is almost unstoppable (neredeyse durdurulamaz)” gibi bir şeyler söylüyor. Bu futbolcular için normal bir kullanım. Benim değinmek istediğim ise Xavi ve Iniesta için kullandığı “tireless worker(yorulmaz işçi)” ifadesi.

Bu iki adam maç boyunca yorulmadan neredeyse çoğu aksiyonun içerisinde yer alıyorlar tamam ama kimsede olmayan futbol zekalarını, 4-5 kişiyi oyundan düşüren paslarını ve yine harika tekniklerini umursamayan ya da algılayamayan bir bakış açısından çıktığı açık. Seslendirmeler Jon Champion ve Mark Lawrenson adlı iki İngiliz tarafından yapılıyormuş. Biri BBC’de diğeri ise ESPN’de çalışıyormuş.

İngiliz futbolunda adam gibi orta sahanın neden olmadığının sebebi budur belki de. Şimdi elbette çok kaliteli adamlar var İngiliz futbolunda orta sahada ama eskiden gelen klasik İngiliz futbolunda ve onun bakış açısında Xavi, Iniesta gibi ince oyun tarzının pek bir yeri yok. Onu kastediyorum daha çok. Lampard ve Gerrard ki en iyi iki adamları daha çok sert oyunları ve kaliteli şutları ile ön plana çıkabiliyor. Lampard’ın tekniği de yine oldukça iyi ama orta sahada pek top çevirme anlayışı olmadığından o yönü çok ön plana çıkmıyor belki de hücum aksiyonları haricinde.

Sonuç olarak bu iki adama “tireless worker” diyerek iltifat ettiğini zanneden adamlar belki de hakaret ettiklerinin farkında değiller.

29.04.2010

Barcelona:1 Inter:0

Hem kendimin ne kadar Katalan olduğunu hem de Ankara’da bolca soydaşımın bulunduğunu bu maçla iyice kavradım. Her ne kadar maçın büyük bölümü durgun geçse de son bölüm izlediğim kahvede milli maç havasında geçti. Pique’nin verdiği gaz Bojan ile zirve yapsa da hakemin bence haksız düdüğü keyfimize turpu sıktı.

Barça maçın neredeyse son 10 dakikası hariç beklenen baskıyı kuramadı. Top hep ilerideydi ama pozisyon çeşitliliği pek sağlanamadı. Bunda kesinlikle sağa kaçtığı durumlar haricinde top alamayan İbra’nın payı büyüktü. Messi’nin yeteri kadar sorumluluk almadığını da kabul etmek gerek. Biraz lider karakter eksiği var, o kesin ama her top aldığında tepesine 2-3 kişinin üşüştüğü bir durumda hemen İlker Yasin gibi “İşte bunun için Messi Maradona değil” gibisinden de atlamamak lazım. Hele de büyük maçlarda yok demesi tam saçmalıktı. Kazandırdığı birçok maçın, El Classico’lardaki varlığının yanında hem Şampiyonlar Ligi hem de Dünya Kulüpler Kupası Finallerinde gol atmış bir kişi için bunları söylemek cahilliktir kısaca.

Ayrıca Barcelona’da Iniesta’nın eksikliği pozisyon kısırlığında mutlaka rol oynamıştır. Gerçi İlker Yasin sağ olsun sahada olmayan futbolcuyu 7-8 kez telaffuz ederek ayrı bir rekora da imza attı. Bir de soyunma odasıyla alakalı olarak “o soyunma odası bizim soyunma odamızdır” çıkışı yerlere yatıracak cinstendi.

Tekrar maça dönersek, Barcelona gibi bir takımın ne kadar kuvvetli defans olsa da kenardan yapılan ortalara bu kadar bel bağlamaması ve sürekli ortadan delmeye çalışması bence doğru olan. Zaten bu maçın son dakikalarında olduğu gibi pozisyonları da genelde öyle buluyorlar ve oyuncularda da bu teknik kapasite fazlasıyla var.

Her ne kadar Barcelona toplamda kaybetmiş olsa da Pique’nin attığı gol neden dünyanın geri kalanından farklı bir takım olduklarını gösterdi. O soğukkanlılığı, tekniği ve oyun görüşünü bir stoperde görmek hakikaten hayret verici.

Inter için çok söylenecek bir şey yok, sadece defans yaptılar. Tek şut çekmişler ki o da orta sahadan Chivu’nun kullandığı anlamsız frikik. Tabi ilk maçta o skoru almış bir takımın Barcelona deplasmanında neden bu kadar defans yaptığını sorgulamak gerçekçilikten uzak bir yaklaşım olur.

Ibrahimoviç için ayrı bir paragraf açmak gerekir. Sırf Şampiyonlar Ligi’ni almak için Barcelona’ya gelmiş birisinin ilk senesinde eski takımı Inter’e elenmesi çok sağlam bir şamar olmuştur. Maçı almak için oyundan çıkarılması da şamarın şiddetini tabi ki artırmıştır. Hala Barcelona penceresinden bakınca Eto mu Ibra mı tartışmasının yapılmasın yersiz olduğu da iyice anlaşılmıştır kanaatimce.

Son olarak Barça tarafında olsam da ben bu Mourinho’yu seviyorum arkadaşım. Artistik yakışıyor bu adama. Her şeyden önce futbol sahalarında çok da fazla olmayan zekanın temsilcilerinden. Bu da yeter fazlasıyla.

28.04.2010

The Classic (Keulraesik)

2002 yapımı harika bir Kore filmi daha. Film arada 30-40 yıl civarı zaman olan iki farklı ama ilgili hikayeyi birbirine paralel olarak anlatıyor. Bu iki hikayede anne ve kızı oynayan kadın aynı kişi olduğundan ve bir de benim dalgınlığım eklenenince olayı biraz geç fark ettim ama neyse.

Efendim filmin kurgusu çok güzel ve fazlasıyla doyurucu. İki saati biraz aşsa da boşa geçen zaman neredeyse yok. Ayrıca film drama türünün hakkını fazlasıyla veriyor ve insanı içine çekmeyi başarıyor. Kısaca Kore sinemasına sempatisi olan herkesin izlemesi gereken bir film.

25.04.2010

Lucas Neill

Futbolda sadece kendi mevkisinin öne çıkan en önemli özelliklerini belirli bir seviyede yerine getirirken diğerlerine Fransız kalan adamları hiç sevmem. Mesela hızlı ve teknik bir bir kanat oyuncusu kaleciyle karşı karşıya kaldığında topa nasıl vuracağını bilmiyorsa iyi bir futbolcu değildir benim gözümde. Belki iyi bir kanatçı olarak kalmaya devam eder en fazla.

Bu meselenin savunma, özelde stoper pozisyonuna bakan yönüne gelelim. Hava toplarında etkili ve biraz da pozisyon almasını bilen, gelen rakibin topunu olmadı rakibin kendisini kesen adamlar ülkemizde iyi savunmacı olarak bilinir. Çoğu kişi öyle düşünür daha doğrusu. Ama şimdi sahalarımızdaki bir örnek bu işin hiç de öyle olmadığını gösteriyor: Lucas Neill.

Yukarıda da saydığımız hava topu ve bire birde kesicilik görevlerini yaparken pozisyon alma da gerekenden de fazlasını yapıp sık sık arkadaşlarının boş bıraktığı yerleri de doldurup tehlikeleri önlüyor. Bunlar kaliteli bir stoperin olmazsa olmazları zaten.


Ekstralarına gelirsek bir kere bu topraklardaki bir stopere göre çok üst düzey bir top tekniği var. Öyle ki şu an Galatasaray’da bulunan defansif orta sahaların tamamından daha teknik. Rakip üzerine baskı kurduğunda topu ileriye doğru şişirmek yerine ya müsait pozisyondaki arkadaşını bulup aktarıyor ya da soğukkanlı bir şekilde rakibini ya da gerekirse rakiplerini ekarte edip topu güvenli yere taşıyor. Bunlarla da kalmayıp takım hücuma çıkmakta zorlanıyorsa takım arkadaşlarıyla ver kaça girerek ve topu sürerek takımı hücuma taşıdıktan sonra yine görev alanına dönüyor.

Ayrıca daha önce oynadığı Milwall, Blackburn ve West Ham United’da -ve tabi Avustralya milli takımında- kısa sürede kaptanlığa yükselecek kadar da lider karakterli. Belki Galatasaray’da kaptanlık yapması zor ama şimdiden defansın kaptanlığı yaptığı da bir gerçek. Yeri geliyor takım arkadaşlarına bulunması gereken yerleri gösteriyor, yeri geliyor fırça atıyor. Futbolun önemli öğelerinden mağlubiyeti kabullenmeme ve hırs da fazlasıyla mevcut Neill’de.

Böyle bir futbolcuya sahip olmak bir ayrıcalık. Bu ayrıcalığı da artık nasıl oluyorsa Türkiye’nin en iyi yerli stoperi(!) Servet Çetin yedek kulübesinden izleyerek yaşamaya devam ediyor. Biz de bu adamı Galatasaray’da daha fazla izlemeyi umut ediyoruz haliyle.

21.04.2010

Bayern Munich 1 - Lyon 0



Dünkü maçı izleyememin üzüntüsü ile televizyonun karşısına geçtim. Favorim bayerndi tabiki, bunda hem oyuncu yapısı hem de Van Gaal faktörü rol oynuyor tabi. Hiddink ile birlikte futbol profudur van gaal bana göre, tam bir taktik dehası. Neyse maça gelelim, bayern çok iyi başladı maça, sağlı sollu ataklar yapıyordu ama tam bir guiza sendromu yaşanıyordu, bu kadar da beceriksizliğe pes dedirtiyordu ileri uçtaki oyuncular. Ribery nedense bana pek keyifli gelmiyor, sanki trübüne oynuyor gibi geliyor, sevimsiz geliyor. Öte yandan Robben'i izlemek epey keyifli, real'liler izleyince dizlerini dövmüşlerdir herhalde. "Al da at"lık paslar atıyordu ama gol gelmiyordu bir türlü, maç başladığı gibi bitecek robben e yazık olacak herhalde diye düşünüyorken, uzaktan kendi kaleye denedi ve golünü attı. Gol sevincinde müller di herhalde, kafasını işaret ederek "ben kafa vurdum" demesi ise ayrı bir komikti, robben de "he, sen vurdun" demiştir. Maçın sonlarına doğru artık ayakta kalamayacak haldeydi, epey yorulmuştu robben. Van Gaal kendisini Hamit le değiştirince anlamsız bir trip yaptı nedense, sevimsizce.



Sonuç olarak 1-0 çok iyi bir skor, gol yemeden temiz bir galibiyet skoru, bayern tur kapısını yarıladı böylece. Artık finalde usta-çırak maçı mı olacak göreceğiz.

18.04.2010

Bidon


Oldum olası kalas futbolcuları sevmedim, sevemedim. Her ne kadar hırslı olurlarsa olsunlar, her ne kadar takım için kritik öneme sahip olurlarsa olsunlar yine de farketmez. Milli takımda Gökhan Zan'ı bu yüzden hiç görmek istemezdim, Fenerden Servet'in gitmesine bu yüzden sevinmiştim. Bilica da bunların en iyi nümunesi, bir oyuncu ancak bu kadar itici olabilir. Fenerli taraftara bu kadar itici gelen biri, rakip taraftarın gözünde nasıldır, düşünmek bile istemem. Oyunu umrumda değil, yok Lugano ile birlikte iyi ikiliymişler, yok falanmış filanmış. Bu akşam yaptığı faul ve rakibine hediye ettiği penaltıdan sonra, zavallıca toprağı köstebek gibi kazması ise kendi küçüklüğünü belgelerken, formasını taşıdığı takımın da şerefini sarsmıştır. Edu'yu gönderip, böyle oyuncuları alanlara yazıklar olsun.

16.04.2010

Yumruk Üstüne




Soru: Sevgili Sivilay Abla, “Barış olsun, sonra da Allah canımı alsın” diyen Ahmet Türk’e yumruk atan gencin ruh halini engin mesleki birikiminizle çözümler misiniz? Bu olay örgütlü bir olay mıdır? Provokasyon mudur? (Haldun Çınar)
Cevap: Sevgili Haldun, ne demişler, anasına bak kızını al, devletine bak vatandaşını al.
Ahmet Türk’e atılan ilk yumruk değil ki şaşıralım. Önce “ne mutlu Türküm diyene” denmiş. Ahmet Türk’ün dedesi de mutlu olmak için soyadını Türk yapmış. Ancak verilen söz tutulmamış. Bir Kürt, Türk olsa da bir türlü mutlu olamamış. Diyarbakır hapishanesine atılmış. Sayısız mahkemelere çıkarılmış. Satın aldığı eve sokulmamış. Partisi kapatılmış. Siyaseten yasaklı hale getirilmiş. Başbakan tarafından ‘elini sıkmam da sıkmam’ diye uzun süre diretilmiş.
Varlığını devam ettirebilmek için yeterli beyine sahip olmadığından pençelerini kullanmak durumda olan bir delikanlının attığı yumruk sayesinde ortaya çıkan gözü yaşlı, ağzı-burnu kanlı ihtiyar adam görüntüsü aslında bugüne kadar yapılanların resmini somut olarak ortaya koymuş. Bu sayede Ahmet Türk için herkesin yüreği burkulmuş. Belki de ilk defa Ahmet Türk mutlu olmuş.

yazının tümü burda.

10.04.2010

Futbol Üzerinden "İkinci Adam" Olmak

Bir şeyler başarmış, önemli yerlere gelmiş insanların yerinde olmak isteyen çoktur hep. Mikro düzeyde sınıfın en çalışkanı olmaktan, makro düzeyde dünyanın en iyi futbolcularından biri olmaya kadar gider bu. Belki birçok kişi ya da futbolcu olmayı hayal eden kişi Cristiano Ronaldo’nun yerinde olmayı ister ama kimse onun şu an için Messi’nin arkasında ikinci sırada kalmanın verdiği rahatsızlığı pek düşünmez/düşünemez. Hani çok büyük futbolcuydun diye yüzüne derin anlamlarla bakanlar vardır belki.

Kimse gidip Barcelona’nın yedek sol beki Maxwell’e demez Messi kadar olamadın diye. Çok rahattır Maxwell şimdi, derdi tasası yok, sağlam parasını da kazanıyor ve kimsenin de yüksek bir beklentisi yok. Bu dünyada en rahat kişiler vasatlardır(vasat ortalama demektir, negatif bir anlam çağrıştırır ama öyle değil). Tepelerdekiler ve diplerdekilerdir asıl sıkıntıları çeken maddi ya da manevi.

En üstteysen ve hep kazanıyorsan rahatsın belki. Ama her zaman orada kim kalmış ki. Birinciler de sık sık ikinci adamlığı yaşıyorlar. Bugün bütün Arjantin Milli Takımı’nın yükü Messi’nin omuzlarında değil mi? Çeyrek finalde elenip gitseler kimse Cambiasso’ya sallamayacak, Messi eleştirilecek. Söze dökülmese bile içerde taşınacak ve Messi de bunu haliyle hissedecektir. 1990 Dünya Kupası finalinde elenilmesine rağmen -ki futbol adına ciddi başarıdır- Maradona o gün kim bilir ne kadar yıkılmıştır.

Yine ikincilere dönersek bugün Kaka’nın yetersiz oyununun sebebi çok büyük oyuncu olarak geldiği Madrid’de ikinci adam konumuna düşmesidir. Onun psikolojisini kaldıramamasıdır belki da asıl sebep. Futbolda olduğu gibi hayatın her alanında büyük başarılar büyük manevi baskıları da beraberinde getirir. Kolay değildir. Hatta çok büyük başarıya da gerek yok. Arkadaşlar arasında Play Station turnuvası bile yapsan en çok lafı yiyen adam ikinci adam olur. Küçük mevzular bile böyledir. Mevzu büyüdükçe baskı da büyük oluyor haliyle.

8.04.2010

Messi-Maradona İkilemi


Messi-Maradona kıyası başladı gidiyor. Tabi adam da bir başka oynuyor. Eskiden-daha iki üç ay önceye kadar- C. Ronaldo'cular vardı piyasada ama şimdi pek kalmadı. Şimdi Aceto'daki meşhur Ramon ve tabi haliyle Madridliler, bir de kızları :) çıkardık mı pek tartışan kalmadı. Wenger, Gullit, Ulubatlı Souness derken bizim izlemediklerimiz de dahil herkes kabul etmiş durumda zamanın en iyisi olduğunu. Hatta bunların açık ara yapmış dediklerini bizzat internetten maç izlerken duydum.

Hal böyle olunca başka dönemlerin en iyileriyle karşılaştırılıyor. Şimdiye kadar tüm zamanların en iyisi Maradona diyenler çoğunlukta olduğundan ve zaten var olan benzerliklerinden kıyas da direk oraya kaydı. Tabi biz Maradona'yı neredeyse hiç izlemedik lakin sağolsun Youtube biraz yardımcı oluyor ama bir yere kadar. Onun için zamanında izlemiş olanların fikirleri daha önemli. Güntekin Onay kendince yapmıştı bir karşılaştırma NTVSpor'da. Onun haricinde internette de var bazı yazılar. Oldukça eğlenceli bence bu tür yazıları okumak. Goal sitesinde çok ayrıntılı ve adil bir karşılaştırma yapılmış. Oradan daha iyi fikir sahibi olunabilir.

Tabi hiçbir zaman karşılaştırılamayacak yönleri de var. Messi çok büyük ihtimalle Napoli gibi bir takıma gitmeyecek. Hep Barcelona'da kalacak. Niye gitmiyorsun da denemez, niye gitsin ki bu kadar rahat oynadığı, yeteneklerini rahatlıkla sergilediği, dilinden anlayan kaliteli futbolcuların olduğu Barcelona'dan? İş de burada sıkışıyor haliyle ve devreye Dünya Kupası giriyor. Ne zaman Messi orada kendini ispatlayacak, işte o zaman tam olarak tüm zamanların en iyi oyuncularından biri kabul edilecek.

Messi henüz 22 yaşında. Yani önünde sakatlık olmazsa ve futbolu erken bırakmazsa 2010 dahil 4 Dünya Kupası var. Bu kupada Maradona'nın yönettiği kaos ortamında Arjantin'in ve haliyle Messi'nin bir şeyler yapması gerçekten zor. Unutmamak gerekiyor ki Maradona da ilk Dümya Kupası'nda 22 yaşındaydı ve pek de başarılı olmamıştı. Bu sefer olmazsa ötekinde olur diye bekleyeceğiz artık. Buradan gelmek istediğim birşey var.

2006 Dünya Kupası'nda Messi yeni yeni piyasaya çıkmıştı ama yetenekleri ortadaydı. Arjantin'in o zamanki dallama teknik direktörü Pekerman uzatmalarla beraber 120 dakika süren Almanya karşısındaki çeyrek final maçında Messi'yi oyuna almamış, o zamandan bu adamın çok büyük futbolcu olacağını keşfeden beni (çok zor da bir iş değil hani :) ekran başında kanser etmişti. Onun için hep bir sinirle hatırlarım 2006'yı.

Velhasılı kelam, beğenerek izliyoruz delikanlıyı.

Bye Bye Big Four!

Bugün sağlam mutluyum. Hiç İngiliz takımı kalmadı Şampiyonlar Ligi yarı finalinde. Herkesi ele ele sinir etmeye başlamışlardı. Gerçi Manchester hariç antipatim yoktur İngiliz kulüplerine. Hatta Arsenal’i pek severim ama bu kadar üst üste başarılı olunca bunlar Şampiyonlar Ligi’nin tadı kaçmaya başlamıştı. Geri geldi çok şükür.

Benim asıl kızdığım Bayern, Inter, Milan gibi takımların baş edememesiydi 4 büyük İngiliz kulübüyle. Fiorentina ve Lyon gruplarda Liverpool’u altına aldı önce. Inter Chelsea’yi eleyince bu senenin farklı olacağı da belliydi zaten. Barcelona’nın Arsenal’i elemesi zaten normal olandı; son olarak Bayern de ciddi anlamda sevmediğim Manchestar’a takınca pek bir mutlu oldum. Robben ne taktı yaw öyle.

Güle Güle Big Four!

3.04.2010

Gözlem || Kapı Meselesi

Geneli bilmiyorum ama beni için yeni bir moda var ortalıkta. Önden birisi apartmana, iş yerine falan girerken arkadaki çok geride dahi ola kapıyı tutup bekliyor 7-8 saniye. Eskiden çok yoktu ya da ben pek fark etmiyordum. Artık otomatik kapanan kapıların çokluğundan mı yoksa insanlardaki bu konudaki hassasiyetin artmasından mıdır nedir son 2-3 yılda iyice arttı bu moda.

Mesela önden çıtkırıldım bir kadın kapıyı açıyor; kilitlenen bir kapı olmadığı halde açması çok kolay olan kapıyı arkadan gelen delikanlı(bu ben oluyorum :) için tutuyor. Hani elinde çay olur, yük olur falan anlarım da benim ve çoğu kişi için çok kolay bir el hareketi ile açılan kapıyı niye tutuyorsunuz ki?

Gitgide insanların birbirini çok da sallamayan bir topluma -her yerde olduğu gibi- doğru dönüşmemize rağmen bu ayrıntıya çok önem verilmesi bana batıyor. Sonra biz de tutma/bekleme baskısı hissediyoruz. Ne gerek var yani! Yanından geçsek selam vermez(ben de vermem o ayrı) ama o kapıyı unutmuyor arkadaş. Nasıl bir ayrıntıysa artık...

Ben faydadan ziyade baskı hissediyorum, rahatsız oluyorum biri kapıyı tutunca. Bırakın da yürüme hızımızı keyfimize göre ayarlayalım. Ne siz kapıyı tutun ne de bizi rahatsız edin.