Düşünen her varlığın merak ettiği konulardır uzay,yaratılış,ilk canlılar vs. vs. Ekşi sözlükte gördüğüm aşağıdaki uzun entry'i paylaşmak istedim. İlginç bilgiler var gerçekten.
Dinozorların dünya'da 165 milyon yıl boyunca hüküm sürdüğü. yani bu demek oluyor ki, 67 milyon yıl önce yaşamış bir tyrannosaurus rex, madonna'yı canlı izlemeye, geçmişinde yaşamış bir başka dinozor olan stegosaurus'u görmekten milyonlarca yıl daha yakındı. insanın hominoidea'dan(büyük insansı maymunlar) ayrılışının kanıtı olan en eski fosilin, çad'da bulunan 7 milyon yıllık sahelanthropus tchadensis, modern insanın en eski atasının ise 200 bin yıllık olduğunu düşünürsek çok uzun bir süre bu.
Ama dünya için değil. 4.54 milyar yıl yaşındaki dünya'yı, oluşumundan günümüze dek 24 saatlik bir zaman çizelgesine böldüğümüzde, oluşumunu 00:00 kabul edersek, saat 05'te hayat başlıyor, saat 23'te dinozorlar sahnede, 23:40'ta ise yok oluyorlar. 23:55'te partiye ilk insanlar katılıyor, 23:59'da ise homo sapiens.
Biraz daha geriye gittiğimizde big bang'le karşılaşıyoruz. yapılan gözlemler, bilindiği kadarıyla evrenin, bundan yaklaşık 13,75 milyar yıl önce büyük patlama'yla başladığını göstermektedir. bu zamandan beri, evrenin gelişimi 3 aşamadan geçmiştir. evrenin "en erken" dönemi, ki hala tam olarak anlaşılamamıştır, parçaçıkların, günümüzde parçacık hızlandırıcıların kazandıracağı enerjiden bile daha fazla enerjiye sahip olduğu zamandır. bu nedenle, bu dönemin basit özellikleri büyük patlama teorisi kapsamında anlaşılmaya çalışılsa da, detaylar büyük oranda varsayımlara dayanır. bu dönemi takip eden "erken" dönemde, evrenin gelişimi parçacık fiziğine göre ilerlemiştir. bu ilk proton, elektron ve nötronların oluştuğu, böylece çekirdeğin meydana geldiği ve sonunda atomların oluştuğu zamandır. saf hidrojenin oluşmasıyla, kozmik mikrodalga zemini yayılmaya başlamıştır. böylece madde bir araya gelerek ilk yıldızları ve sonunda galaksileri, yıldızsı gökcisimlerini, takım galaksileri ve süpertakımları oluşturdu.
Yani evrenimizde, evrim geçirenler sadece canlılar değil, evrenin kendisi de. peki insanlar, evrenin bu büyük patlamayla oluştuğu kanısına nasıl vardı? en önemli kanıtlardan biri kozmik mikrodalga arkaplan ışıması. 1964 yılında keşfedilmiş, günümüzde birçok radyo astronom ve fizikçi tarafından büyük patlama'nın en büyük kanıtı sayılan ve bütün evreni dolduran bir elektromanyetik dalga biçimidir. evrenin genişlemesi kuramı da, bir nesneden yayılan ışımanın dalga boyunun artması, yani bu elektromanyetik dalgaların frekansının, alıcıya ulaşırken kırmızıya kayması sonucunda ortaya atılmıştır. evrende gözlenen galaksilerden gelen ışığın, birkaç istisnaî durum dışında spektrumunun hep kırmızı bölgesine kaydığı gözlenir. edwin hubble, bu gözlemin sonucunda evrenin yönden bağımsız olarak genişlediğini söylemiştir.
Amerikan astrofizikçi ve kozmolojist neil degrasse tyson'a "evrene ilişkin paylaşabileceğiniz en şaşırtıcı gerçek nedir?" diye sorulduğunda kendisi şu cevabı verir; "en şaşırtıcı gerçek, dünya'da yaşamı ve insan vücudunu oluşturan atomların aşırı derece yüksek sıcaklık ve basınç durumlarında, çekirdeklerindeki hafif elementleri ağır elementlere yakarak dönüştüren potalara kadar izlenebilmesi bilgisidir. yıldızlar, yüksek kütleli olanlar, daha sonraki yıllarda değişken oldular. içe doğru çöktüler ve sonra patladılar, zengin içeriklerini galaksiye yaydılar. karbon, nitrojen ve oksijenden oluşan içerikleri ve yaşamın kendisi için temel malzemeleri. bu malzemeler yoğunlaşan, içe doğru çöken ve yörünge etrafında dönen gezegenli yıldızlardan oluşan bir sonraki nesil güneş sistemlerini şekillendiren gaz bulutunun parçası oldular; ve şu an o gezegenler de yaşamın kendisi için gerekli malzemelere sahipler. bu yüzden gece gökyüzüne baktığımda biliyorum ki; evet, biz bu evrenin bir parçasıyız. bu evrenin içindeyiz, fakat belki de bu iki gerçekten daha önemlisi, evren de bizim içimizde. bu gerçeği derin derin düşündüğümde gökyüzüne bakarım. pek çok kişi kendini küçük hisseder, çünkü kendileri küçük, evren büyüktür. fakat ben kendimi büyük hissediyorum, çünkü atomlarım o yıldızlardan geldi. bir bağlantı var, hayatta istediğiniz şey gerçekten budur; bağlantılı hissetmek istersiniz, ilişkili olmak istersiniz. etrafınızdaki eylem ve olayların katılımcısıymış gibi hissetmek istersiniz. işte canlı olarak biz tam anlamıyla buyuz."
Big bang'in öncesi de evren hakkındaki her şey gibi yine ilgi çekici, çünkü bu dönemde zamanın olmadığı varsayılır. bu kavramı anlayabilmek için hız ve kütleçekimi örneklerini incelemek gerekiyor. ilki; karadeliklerin yakınına gidildiğinde zamanın, dünya'daki zamana göre yavaş geçmesi durumu, yani kütleçekimi örneği. bir cismin kütlesi büyüdükçe, uzay-zaman dokusunu bükerek zamanın daha yavaş akmasına neden olur. muazzam bir kütle çekimine sahip karadelikler ise içine girdikçe sizi dünya'da bıraktıklarınıza göre zamanda ileriye taşıyabilme özelliğine sahiptir. bir karadeliğe belirli bir uzaklıkta, belirli bir zaman geçiririp (mesela 1 yıl) dünya'ya geri dönerseniz, karadeliğe yakınlığınıza göre değişen bir oranda dünya'dakilerin 1 ila yüzlerce yıl arasında yaşlanmış olduğunu görebilirsiniz.
Diğer örnek ise hız. hız yükseldikçe, zaman yavaşlar. hız, belirli bir noktaya ulaştığında ise zaman durur. bunun açıklamasını ünlü fizikçi paul langevin şöyle yapmıştır: "bir taşıtın, içindeki insanla birlikte, yeryüzünden ışık hızının 20.000'de biri kadar bir hızla ayrıldığını düşünün. bu taşıt ve içindeki insan, taşıt içindeki kendi zamanı ile tam bir yıl süreyle dünya'dan uzaklaşıyor, bir senenin sonunda ise çark ediyor ve dünya'ya geri gelmeye başlıyor. ve sonuçta dünya'ya geri döndüğü zaman kendi öz zamanına göre iki sene geçmiş iken, dünya'nın tam iki yüz yıl ihtiyarlamış olduğunu, dünya üzerinde üç neslin değişmiş bulunduğunu görüyor."
işte bu olaya fizikte, "öz zamanın kısalması" adı verilir.
Tamam her şey güzel ama, ne oldu da evren tetiklendi ve big bang yaşandı? zamanın öncesinde ne vardı? bu halen kozmolojideki en derin problemlerden biri. teknolojimizin ve yapabileceklerimizin yetersiz olması nedeniyle çözüme ulaşamıyor ve evrenin teorisi tamamlanamıyor. tabi ki bu, bilimadamlarının konu hakkında fikirleri olmadığı anlamına gelmiyor. m teorisi bu fikirlerden en çok kabul göreni. bu teori 5 farklı sicim kuramı'nı birleştirmiştir ve 10 yerine 11 boyutlu bir evren resmi ortaya koymuştur. şu an bilinen 3 boyutlu evrenimizi, çok daha büyük ölçülerde daha fazla boyuttan oluşan bir uzay-zaman içinde dolaşan üç boyutlu bir zar olarak tanımlar. içinde yaşadığımız evrenin 11 ya da daha küçük boyutta bir uzay-zamanda bir ada (d-zar) olabileceği ve bu uzay-zamanda benzeri birçok evren olabileceği bu teoremle ortaya konulmuştur. paralel evrenler, birbirlerine karşı dalgalanır biçimde hareket ederken belirli noktalarda yaşanan çarpışmalar büyük patlama'yı meydana getirdi, madde de çarpışmanın yaşandığı noktalarda ortaya çıktı. şimdi gelelim daha ilginç bir konuya; bilimadamları fizik yasalarını zamanda geri götürerek büyük patlama anının geriye doğru geçilebileceğini ortaya koymuştur. ve bildiğimiz zamanın gerisindeki bu boyut, aslında yine kendine has bir zamana sahip olup patlama anının geriye doğru geçilmesi insanı başka bir boyuta taşıyacaktır. amerikan kuramsal fizikçi ve fütürist michio kaku da big bang'in öncesi konusunda, "evren, birleşerek çoklu evrenleri oluşturan sonsuz sayıdaki zarlardan başka bir şey değil, farklı fizik yasaları olan sonsuz sayıda paralel evren. büyük patlama'lar muhtemelen her an oluyor. bizim evrenimiz de şu an bir genişleme sürecinde olan diğer evrenlerle beraber varoluyor. yani aslında dünya'nın evren okyanusunda bir su damlası olması gibi, evrenimiz de kendi okyanusunda bir su damlası." demiştir.
Konuyu daha fazla dağıtmadan tekrar saat 05'e dönelim. dünya'da hayat başlamış, kaçmaz. günümüzde hayatta olan en yaşlı insan, italyan arturo licata. 1902 doğumlu ve yakında 112 yaşına girecek. yani bu demek oluyor ki, licata'nın doğumu, napolyon'un hüküm sürdüğü avrupa'ya, bugünden daha yakın. ve kendisi, tarih kitaplarında okuduğumuz birçok olaya tanıklık etmiş durumda. içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl ve geçtiğimiz yüzyılı, dünya üzerindeki hayata oranlarsak aslında ne kadar inanılmaz bir çağda yaşadığımızı farkedebilir ve insanoğlunun bu kadar kısa zamanda nasıl bu kadar geliştiğini merak edebiliriz. isterseniz birkaç grafikle görelim;
İlk grafik, 4500 yıl önceki piramitlerden, yani insana dair, günümüze dek ulaşan en eski kayıtlardan başlayarak bugüne uzanan kaydedilmiş tarihin, 12.000 yıl önce başlayan tarım devrimiyle karşılaştırması. tarım devrimiyle insanlar yerleşik hayata geçmiş, nüfusları kısa zamanda ikiye katlanmış ve günümüze uzanan ilk toplumlar ve yerleşim merkezleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.
90 bin yıl önce ise neanderthaller vardı, karşılarında da 200 bin yıl önce ortaya çıkan homo sapiens. 3. grafikte "milattan sonra"nın ne kadar kısa bir zaman dilimi olduğu görülebiliyor.
ama 7 milyon yıl önce, ilk paragrafta bahsettiğim sahelanthropus tchadensis, insanın bir hominoidea ile paylaştığı son akrabalıklardan birini gerçekleştirmişti. buna rağmen 4.25 milyon yıl boyunca, günümüze dek yapılan kazılarda ortaya çıktığı kadarıyla, kendilerine bir alet ya da araç bile yapamadılar.
4. grafikte ise günümüzden yaklaşık 65.5 milyon yıl önce kretase-tersiyer kitlesel yok oluşu adı verilen bir kozmik çarpışma yaşandığını görüyoruz. dünya'da 165 milyon yıldır hüküm sürmekte olan dinozorlar ve tüm canlı türlerinin %80'ine yakını bu olay sonucunda yok oldu. çiçekli bitliler, iki yaşamlılar, kertenkele, yılan, timsah gibi sürüngenler ve bazı küçük, ilksel memeliler ise bu felaketten sağ çıkmayı başardı. yeryüzünde meydana gelmiş bu felaketin nasıl olduğu tam olarak bilinmemektedir. en bilindik teori dünya'ya bir kuyruklu yıldız ya da göktaşı düştüğüdür. bu teorinin en büyük delili yerbilimsel katmanlardaki aşırı iridyum miktarıdır. dünya'da iridyum çok nadir bulunduğu için iridyum'un kaynağının uzay olduğu düşünülür. meksika, yucatan yarımadasındaki chicxulub krateri bu gökcisminin izidir. ancak bazı bilim çevreleri bir göktaşı çarpmasının gezegende böyle devasa bir yıkıma sebep olamayacağını düşünmektedir. felaketle aynı zamanlarda hindistan'da harekete geçen bir yanardağın atmosfere pompaladığı gazların bu yıkıma katkıda bulunduğunu düşünülmektedir. eğer bu olay gerçekleşmeseydi, dinozorlar günümüzde halen dünyanın hakimi olabilir, memeliler yükselme şansı bulamazdı. 15 metre boyundaki uçan böceklerin, 60 metreye uzanan dinozorların ve devasa yırtıcı kuşların takıldığı bir dünya devam ederdi de diyebiliriz kısaca.
650 milyon yıl önce ise, hayvanlar alemi başladı. ancak dünya üzerindeki hayatı düşündüğümüzde bu rakamlar oldukça komik çünkü dünya'da hayat, 3.6 milyar yıl önce başladı ve 3 milyar yıl boyunca insan gözüyle görülemez düzeydeydi.
Peki hayat nasıl oldu da kendiliğinden ortaya çıktı ve insana uzanan milyarlarca yıllık bu yolculuk başladı? aslında hayatı anlayabilmek için önce yaşadığımız evreni anlamamız gerekiyor. insanların astronomiye karşı bu kadar ilgisiz olması garip, birinden yaşadığı evi anlatmasını istediğimizde televizyonun üstündeki dantelin desenine kadar anlatabilir belki ama büyük resimden bahsetmesini istersek takılıp kalır. evet hayatımızı geçirdiğimiz evimiz; gezegenimiz ve içinde bulunduğu evreni tanımıyoruz.
Yaşamın canlı olmayandan, canlıya ve oradan da ilk tek hücreliye nasıl ulaştığı, hakkında onlarca teori bulunan bir konu. bunu araştıran doğa bilimi ise abiyogenez. bu konuda verilebilecek en iyi örneklerden biri, miller-urey deneyi; kimyasal evrimin oluşumunu denemek üzere, dünya'nın ilk zamanlarında varolduğu öngörülen koşulların benzetim yöntemiyle oluşturulduğu bir deneydi. deney, su (h2o), metan (ch4), amonyak (nh3), hidrojen (h2) ve karbon monoksit (co) ile yapılmıştır. bu kimyasallar, steril cam tüp ve kaplar dizgesi içinde, dış ortamdan yalıtılmış olarak bulunuyordu. bir cam kap yarısına kadar sıvı haldeki su ile doluydu, diğer bir cam kapta ise bir çift elektrot vardı. su ısıtılarak buharlaşma sağlanmıştı, elektrodlar arasında ise kıvılcımlar çakması sağlanarak dünya'nın atmosferindeki yıldırımların ve su buharının benzetimini sağlanmıştı. daha sonra atmosfer tekrar soğutularak suyun yoğuşması ve damlalar halinde ilk kaba geri dönmesi ve sürekli bir döngü içinde olması sağlanmıştı.
Bir haftalık sürekli bir işlemin ardından miller ve urey sistemin içindeki karbonun en az %10-15 kadar bir kısmının organik bileşik oluşturduğunu gözlemlemişlerdi. karbonun yüzde iki kadar bir kısmının da, canlıların hücrelerini oluşturan proteinlerin oluşumunda kullanılan amino asitleri, bol olarak da glisinin oluşturduğunu görmüşlerdi. şekerler, lipidler ve nükleik asitlerin bazı yapıtaşları da oluşmuştu. bir röportajda stanley miller, "basit bir prebiyotik deneyde kıvılcım oluşturmak bile 20 amino asidin 11'inin ortaya çıkmasını sağlar" demiştir.
Tekrar grafiklere dönersek, 4.6 milyar yıl önce dev bir moleküler bulutun çökmesi sonucu güneş'in ortaya çıktığını görüyoruz. bulut, içe doğru çöktükçe açısal momentumun korunması nedeniyle daha da hızlı dönmeye başladı. bulutun içindeki maddeler de yoğunlaştıkça, içindeki atomlar artan frekanslarla çarpışmaya başlamıştı. hemen hemen kütlenin tamamının toplandığı merkezin sıcaklığı, etrafındaki diske göre giderek daha da arttı. kütleçekimi, gaz basıncı, manyetik alanlar ve dönüş, küçülen bulutu etkiledikçe kendi etrafında dönen gezegen öncesi bir diske dönüştü ve merkezde sıcak ve yoğun bir önyıldız oluştu. yaklaşık 100 milyon yıl sonra içeri çöken bulutun merkezinde bulunan hidrojenin yoğunluğu ve basıncı önyıldızın nükleer füzyona başlamasına yetecek miktara gelmişti. termal enerjinin kütleçekimsel daralmaya karşı durabildiği hidrostatik dengeye ulaşana kadar bu artış devam etti. işte bu noktada güneş artık tam bir yıldız olmuştu. geride kalan gaz ve tozdan ibaret güneş bulutundan çeşitli gezegenler oluşmuştur. bu oluşumun kaynaşma süreciyle olduğuna inanılmaktadır. kaynaşma; gezegenlerin merkezde yeralan önyıldız çevresinde dönen toz taneleri olarak başlamaları, yavaş yavaş bir ile on metre çapında topaklar hâline gelmeleri, daha sonra çarpışarak 5 km çapında gezegenciklere dönüşmeleri, ve sonraki birkaç milyon yıl boyunca çarpışmalara devam ederek her yıl kabaca 15 cm kadar büyümeleri sürecidir.
İşte bu şekilde güneş sistemindeki yerini alan dünya, ilk dönemlerinde yoğun bir göktaşı yağmuruna sahne olmuştur. göktaşlarının yapısında bulunan donmuş buzlar, silikat ve metal yapılar, karaların ve okyanuslarının oluşmasını sağlamış, merkezde yoğunlaşan ağır demir ve nikel elementleri ise gezegenimizin çekirdeğini oluşturmuştur. ağır göktaşı bombardımanı, asteroid kuşağının jüpiter'in güçlü çekim etkisi sonucu daha kararlı hale gelmesiyle gittikçe azalmıştır. uygun koşullar oluştuğunda gelişmeye başlayan canlı hayat sonrasında özellikle bitkiler ve yaptıkları fotosentez ile atmosferimizin yapısal bileşimi önemli oranda değişmiş ve oksijen oranının yükselmesine neden olmuştur.
Bir sonraki grafik ise bizi 13.75 milyar yıl önce gerçekleştiği düşünülen ve yukarıda uzun uzun bahsettiğimiz büyük patlama'ya getiriyor. isterseniz devam etmeden önce bu olay sonucunda meydana gelen evrenimizin, hubble ve eso teleskoplarıyla görüntülenmiş, hayrete düşüren güzellikteki birkaç fotoğrafını inceleyelim, çünkü evren karanlıkta parıldayan ışıklardan ibaret değil;
Gelelim iki ilginç fotoğrafa, ilki european southern observatory* tarafından çekilmiş, samanyolu'na en yakın galaksi olan büyük magellan bulutu'nun daha önce keşfedilmemiş bölgelerinden birini gösteriyor. yeni yıldızların doğumunda oluşan gaz ve toz bulutlarının yanısıra yıldız ölümlerinde gerçekleşen süpernova patlamalarının meydana getirdiği yapılar binlerce diğer yıldızla birleşerek bu görüntüyü oluşturmuş;
Bir diğeri ise hubble uzay teleskobu tarafından uzayın hubble ultra deep field resmi. galaksileri evrenin daha genç, daha yoğun ve daha sıcak olduğu eski bir çağdaki haliyle göstermektedir;
Bu görkemli fotoğraflar, evreni göz önüne aldığımızda okyanustaki bir avuç sudan fazlasını göstermiyor. Dünya bile gözlemlenebilir evrende bir hiç;
İşte big bang ve öncesinden, maddeye ve evrene, ilk yıldız ve gezegenlere, galaksilere, güneş'e ve dünya'ya, kimyasallara ve hayata, ilk tek hücreliden ilk hayvanlara, dinozorlara ve yok olmalarına, memelilere, insanlara ve arturo licata'ya kadar uzanan yolun kısa tarihi bildiğimiz kadarıyla bu. peki insanın, dünya'nın ve evrenin yakın ve uzak geleceği nasıl gözüküyor? tahminlere göre bugünden yaklaşık 6,4 milyar yıl sonra güneş'in çekirdeği o kadar sıcak olacak ki daha az yoğun olan üst katmanlarda da hidrojen kaynaşması oluşmaya başlayacak. bunun sonunda güneş şu anki çapının kabaca 100 katı kadar genişleyecek ve bir "kırmızı dev" olacaktır. sonra da oldukça artmış olan yüzey alanı nedeniyle soğumaya başlayacak ve parlaklığını yitirecektir. en sonunda güneş'in dış katmanları ayrılacak ve geride olağanüstü derecede yoğun bir gökcismi olan "beyaz cüce" kalacaktır. bu beyaz cüce, güneş'in ilk kütlesinin yarısına sahip olacak ancak büyüklüğü dünya kadar olacaktır. güneş'in şimdiki halini, kırmızı dev evresini ve beyaz cüceyi görelim;
Bu noktada evrenin, dünya'daki yaşamı bitirmeye karar verdiğini görüyoruz. ve bu 6.4 milyar yıl sonra değil, yaklaşık 1 milyar yıl sonra, güneş'in büyüklüğü ve yaydığı ısının %10 civarında artması sonucunda gerçekleşmiş olacak, bu noktaya gelmeden canlıların dünya'yı terkedeceği ve yaşama elverişli başka bir gezegene yerleşeceği tahmin edilmektedir. ama yine de çok uzun bir süre bu. bize daha kısa süreli felaket senaryoları lazım. mesela sera etkisinden bahsedebiliriz: dünya, üzerine düşen güneş ışınlarından çok, dünya'dan yansıyan güneş ışınlarıyla ısınır. bu yansıyan ışınlar başta karbondioksit, metan ve su buharı olmak üzere atmosferde bulunan gazlar tarafından tutulur, böylece dünya ısınır. ışınların bu gazlar tarafından tutulmasına sera etkisi denir. atmosferde bu gazların miktarının artması yerkürede ısınmayı büyük oranda artırır. günümüzdeki tehlike, karbondioksit ve diğer sera gazlarının miktarındaki artışın bu doğal sera etkisini şiddetlendirmesinde yatmaktadır. binlerce yıldır dünyamızdaki karbon kaynakları kararlı kalırken, şimdi modern insanoğlu aktiviteleri, fosil yakıtlarin kullanımı, ormanların yok oluşu, aşırı tarım yapılması, atmosfere büyük miktarlarda karbondioksit ve diğer sera gazlarının salınmasına sebep olmaktadır. küresel ısınma, sera etkisiyle atmosferin periyodik olarak sıcaklığının artarak ısınması olup, doğal bir süreçtir. insanların aktiviteleri sonucunda atmosfere, özellikle gazların girdileri arttığından etki giderek fazlalaşmaktadır. 16.02.2001 tarihinde cenevre’de açıklanan bm çevre raporu'na göre 21. yüzyılda, ortalama hava sıcaklığının 1.4 °c ile 5.3 °c arasında artacağı, buzulların erimesiyle denizlerin 8–88 cm kadar yükseleceği, uzun vadede dünya'nın fiziksel yapısında geri dönüşümü olmayan değişiklikler ortaya çıkacağı, tarım rekoltesinin düşeceği, ortalama yıllık yağış miktarının azalacağı, su sıkıntısı görüleceği, kuraklık, sıtma ve kolera'nın artacağı, polar bölgelerde buzulların eriyeceği, bitki ve hayvan türlerinin sayısının ve dağılımının etkileneceği, buzulların erimesiyle bağlantılı olarak deniz seviyesi her yıl 0.5 cm kadar yükseleceğinden, gelecek 100 yıl içerisinde mercan kayalıklarının zarar göreceği, çok sayıda küçük ada ve kıyı kentlerinin sulara gömüleceği gibi öngörülere yer verilmekte ve dünya'nın bilinmezlerle dolu bir geleceğe doğru yol aldığı ortaya konmaktadır. küresel ısınma üzerinde en etkili gaz olan karbondioksit emisyonlarını % 5 oranında azaltmak için bütün ülkelerin doğayı etkilemeyen yeni endüstri politikalarını devreye sokmak zorunda olduğu belirtilmektedir. eğer bu durumun önüne geçilmezse, güneş'in milyarlarca yıl boyunca yapamadığı şeyi insanlar birkaç yüzyılda başaracak yani, inanılır gibi değil.
Yeri gelmişken şu onlarca defa yazılan "gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlar aslında yok olmuş olabilir, ışığı bize yeni ulaşıyor" muhabbetine farklı bir açıdan gireyim: evren o kadar büyük ki, ışığı bize ulaşan yıldızlar zaman ilerledikçe çoğalmakta ve bunun yanında andromeda, samanyolu'na yaklaşmakta. yapılan araştırmalar sonucunda bu iki galaksinin gelecekte çarpışacağına kesin gözüyle bakılıyor, biz bunu bir kenara bırakıp gelecekte gökyüzüne baktığımızda nasıl bir tabloyla karşılacağımızı bir illüstrasyonla görelim;
"gökyüzüne bakmak" demişken evren'deki dünya dışı hayat konusuna da girmek lazım ama daha sonra girsem çok iyi olacak. aslında bunun yanında evrim, farklı canlılar arasındaki zihin farkları (bkz: what is it like to be a bat), insan beyni ve zihninin algılayamadığı daha akıllı varlıklar, paralel evrenlerde hayat olasılığı, fermi paradoksu ve yine michio kaku'nun bazı kuramsal fizik teorileri hakkında yazmak istediğim uzun bir şeyler daha var. o yüzden stand up'ına gülünmeyen adamın tavırlarıyla "toparlıyorum" diyorum.
Yani geldik evrenin sonuna. malum, başlangıcı olan her şeyin bir sonu var. bilimadamları evrenin sonu hakkındaki teorileri düşünürken, başlangıcı hakkındakilerden çok daha eğlenceli zamanlar geçirmişler gerçekten. elimizde big rip, big crunch, big bounce, sonsuzluk, ters vakum, kozmik belirsizlik gibi senaryolar var. bunların hepsine girmek uzun süreceğinden en önemlisi big rip, yani heat death'ten bahsedelim. bundan milyarlarca yıl sonra artık yeni yıldızlar oluşmamaya, eskileri de sönmeye başlayacak. güneş'in hallerinden zaten bahsetmiştik, beyaz cüce'ye döndüğünde gezegenler de ayakta kalamayacak ve güneş sistemi çökecek. sonra galaksiler de çökmeye başlayacak, evrendeki protonlar tükenecek, son yıldız sönecek ve evren karadeliklere kalacak. 10 milyar güneş kütlesindeki son karadelik* buharlaştığında ise karanlık çağ başlayacak. evrende yalnızca en temel yapıtaşları kalacak, ve bu çok az enerjiyle birlikte çok uzun bir zamanı gösterecek. en sonunda ise heat death yaşanacak. evrendeki düzensizliğin artması sonucu maddelerin kaotik bir düzene erişmesiyle tüm kimyasal ve fiziksel reaksiyonların durması, yani evrende hiç enerjinin kalmadığı, yok olduğu an.
Sonucunda dünya'nın ve evrenin geleceğinin her senaryoda bir felaketle sonlandığını görüyoruz. peki insanın geleceği nasıl görünüyor? 1899 yılında, insanlardan 2000'li yılları anlatmaları istenmiş ve bu gelecek tasvirleri bir çizer tarafından resmedilmiş;
Burada dikkatleri çeken bir durum var; insanlar, ne kadar ileriyi düşünürlerse düşünsünler, yaşadıkları çağda görebildikleri teknolojinin gelişiminden fazlasını göremiyorlar. analog ve mekaniğin dominant olarak düşünüldüğü bu tasvirlerde kimse dijital teknolojiyi düşleyemiyor. aynı durum muhtemelen bizim düşüncelerimizde de var olmakta ama bilinen bir şey var ki, insanoğlu, elektromanyetik ve elektronikle ilgilenmeye başladığından itibaren şimdilik sonu tahmin edilemeyen bir yola girdi. burada başka bir entry'mden direkt alıntı yapacağım; intel'in kurucularından gordon moore, 1965 yılında "electronics magazine" adlı dergideki makalesinde işlemcilerin hızının her iki yılda bir 2'ye katlanarak ilerleyeceğini söylemiştir. 2011 yılına dek bu öngörüsü gerçekleşti;
Günümüzde ise geçerliliğini sürdürmekle beraber katlanma hızının tahminlerden yavaş gitmeye başladığı gözlemlenmektedir. burada devreye amerikan bilimadamı ve fütürist ray kurzweil giriyor. kurzweil, 1999 tarihli "the age of spiritual machines" adlı kitabında "accelerating returns" adlı bir yasadan bahseder, moore'un öngörüsünü destekleyen ve genişleten bir yorumla teknolojik ilerlemenin sadece transistörleri değil, insanlığı değiştireceğini ve şu an tahayyül edemeyeceğimiz bir çağın kapısında olduğumuzu söylemektedir.
Yani diyor ki, içinde yaşadığımız çağda teknoloji o kadar eksponansiyel artıyor ki bir noktada -bu bir nokta kurzweil'e göre 2045 yılı- insanoğlu yapay zekayı kendi beyninin limitlerine getirecek, yalnızca dijital değil, nöroloji başta olmak üzere birçok bilim dalının katkısıyla biyolojik beynini sentetik bir ortama taşıyacak ve bunun sonucunda teknoloji kendi kendini ilerletmeye başlayacak, yaratılan üstün zeka*, çok hızlı bir şekilde kendini daha üstün bir hale getirecek ve bir defa başladığında bu artış durmayacak. gerçeklikler ve duygular değişecek. bu yüzden geçtiğimiz yıl obama'nın başlattığı brain initiative (brain research through advancing innovative neurotechnologies) projesi çok değerli ve obama geleceğin bilimde olduğunu bilen bir adam. başımızda böyle bi herif olsa bu ülke uçardı be. herneyse, kısacası technological singularity adı verilen bu noktadan itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, 2045 iyimser bir tarih olsa da önümüzdeki yüzyıldan önce posthuman yolunda ciddi bir değişimin başlayacağı kesin. ancak bu, teknolojik tekillik kavramının sonu beklediğimiz kadar iyi olmayabilir. 2100 yılından önce insanlığın sonunu getirmesi beklenen olaylar araştırmasında singularity, %5 ile zirvede. yine %5 oran ile moleküler nanoteknolojik silahlar arkasında yer alıyor. sonrasında ise savaşlar(%4), tasarlanmış salgın(%2), nükleer savaş(%1), nanoteknoloji kazası(%0.5) ve doğal salgın(%0.05) geliyor.
Yani dünyanın ve evrenin nasıl sona ereceğini tahmin edebiliyoruz, ama insanın geleceğinin bir teknolojik tekillik mi, bir battlestar galactica ya da firefly sahnesi gibi mi, silahlarla mı yoksa gelişini tahmin edemeyeceğimiz ani bir yok oluş mu olacağını bilmiyoruz, insanın ne olduğunu ise biliyoruz; baktığı gökyüzündekilerle aynı atomları taşıyan, akıllı, kimyasal bir organizma. eğer insanlar her şeyin bu kadar doğal olabileceğini kabul etse, birbirlerini sadece insan olarak kabul edebilse, dünya şu an çok daha güzel bir yer olabilirdi.
Geçen gün yine burada okuduğum ve çok hoşuma giden, montesquieu'nün bir sözüyle bitireyim;
"Eğer ülkeme yararlı olacak, ancak diğer ülkeleri mahvedecek bir şey biliyorsam prensime önermem; çünkü ben önce bir insanım, sonra bir fransız’ım. Ben zorunlu olarak insan doğdum ve tesadüfen fransız oldum."
bu yazı, wikipedia ve youtube kaynakları yanında kişilerden alıntılar ve yine bu başlıkta dikkatimi çeken birkaç entry'de bahsedilen konuların düşüncelerimle birleştirilmesi sonucu hazırlanmıştır. yazarlarına bilhassa saygılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder