1.05.2014

Uzay-Zaman-Hayat-Big Bang vs vs


Mars'tan Dünya'nın Görünümü

Düşünen her varlığın merak ettiği konulardır uzay,yaratılış,ilk canlılar vs. vs. Ekşi sözlükte gördüğüm aşağıdaki uzun entry'i paylaşmak istedim. İlginç bilgiler var gerçekten.

Dinozorların dünya'da 165 milyon yıl boyunca hüküm sürdüğü. yani bu demek oluyor ki, 67 milyon yıl önce yaşamış bir tyrannosaurus rex, madonna'yı canlı izlemeye, geçmişinde yaşamış bir başka dinozor olan stegosaurus'u görmekten milyonlarca yıl daha yakındı. insanın hominoidea'dan(büyük insansı maymunlar) ayrılışının kanıtı olan en eski fosilin, çad'da bulunan 7 milyon yıllık sahelanthropus tchadensis, modern insanın en eski atasının ise 200 bin yıllık olduğunu düşünürsek çok uzun bir süre bu.
Ama dünya için değil. 4.54 milyar yıl yaşındaki dünya'yı, oluşumundan günümüze dek 24 saatlik bir zaman çizelgesine böldüğümüzde, oluşumunu 00:00 kabul edersek, saat 05'te hayat başlıyor, saat 23'te dinozorlar sahnede, 23:40'ta ise yok oluyorlar. 23:55'te partiye ilk insanlar katılıyor, 23:59'da ise homo sapiens.
Biraz daha geriye gittiğimizde big bang'le karşılaşıyoruz. yapılan gözlemler, bilindiği kadarıyla evrenin, bundan yaklaşık 13,75 milyar yıl önce büyük patlama'yla başladığını göstermektedir. bu zamandan beri, evrenin gelişimi 3 aşamadan geçmiştir. evrenin "en erken" dönemi, ki hala tam olarak anlaşılamamıştır, parçaçıkların, günümüzde parçacık hızlandırıcıların kazandıracağı enerjiden bile daha fazla enerjiye sahip olduğu zamandır. bu nedenle, bu dönemin basit özellikleri büyük patlama teorisi kapsamında anlaşılmaya çalışılsa da, detaylar büyük oranda varsayımlara dayanır. bu dönemi takip eden "erken" dönemde, evrenin gelişimi parçacık fiziğine göre ilerlemiştir. bu ilk proton, elektron ve nötronların oluştuğu, böylece çekirdeğin meydana geldiği ve sonunda atomların oluştuğu zamandır. saf hidrojenin oluşmasıyla, kozmik mikrodalga zemini yayılmaya başlamıştır. böylece madde bir araya gelerek ilk yıldızları ve sonunda galaksileri, yıldızsı gökcisimlerini, takım galaksileri ve süpertakımları oluşturdu.
Yani evrenimizde, evrim geçirenler sadece canlılar değil, evrenin kendisi de. peki insanlar, evrenin bu büyük patlamayla oluştuğu kanısına nasıl vardı? en önemli kanıtlardan biri kozmik mikrodalga arkaplan ışıması. 1964 yılında keşfedilmiş, günümüzde birçok radyo astronom ve fizikçi tarafından büyük patlama'nın en büyük kanıtı sayılan ve bütün evreni dolduran bir elektromanyetik dalga biçimidir. evrenin genişlemesi kuramı da, bir nesneden yayılan ışımanın dalga boyunun artması, yani bu elektromanyetik dalgaların frekansının, alıcıya ulaşırken kırmızıya kayması sonucunda ortaya atılmıştır. evrende gözlenen galaksilerden gelen ışığın, birkaç istisnaî durum dışında spektrumunun hep kırmızı bölgesine kaydığı gözlenir. edwin hubble, bu gözlemin sonucunda evrenin yönden bağımsız olarak genişlediğini söylemiştir.
Amerikan astrofizikçi ve kozmolojist neil degrasse tyson'a "evrene ilişkin paylaşabileceğiniz en şaşırtıcı gerçek nedir?" diye sorulduğunda kendisi şu cevabı verir; "en şaşırtıcı gerçek, dünya'da yaşamı ve insan vücudunu oluşturan atomların aşırı derece yüksek sıcaklık ve basınç durumlarında, çekirdeklerindeki hafif elementleri ağır elementlere yakarak dönüştüren potalara kadar izlenebilmesi bilgisidir. yıldızlar, yüksek kütleli olanlar, daha sonraki yıllarda değişken oldular. içe doğru çöktüler ve sonra patladılar, zengin içeriklerini galaksiye yaydılar. karbon, nitrojen ve oksijenden oluşan içerikleri ve yaşamın kendisi için temel malzemeleri. bu malzemeler yoğunlaşan, içe doğru çöken ve yörünge etrafında dönen gezegenli yıldızlardan oluşan bir sonraki nesil güneş sistemlerini şekillendiren gaz bulutunun parçası oldular; ve şu an o gezegenler de yaşamın kendisi için gerekli malzemelere sahipler. bu yüzden gece gökyüzüne baktığımda biliyorum ki; evet, biz bu evrenin bir parçasıyız. bu evrenin içindeyiz, fakat belki de bu iki gerçekten daha önemlisi, evren de bizim içimizde. bu gerçeği derin derin düşündüğümde gökyüzüne bakarım. pek çok kişi kendini küçük hisseder, çünkü kendileri küçük, evren büyüktür. fakat ben kendimi büyük hissediyorum, çünkü atomlarım o yıldızlardan geldi. bir bağlantı var, hayatta istediğiniz şey gerçekten budur; bağlantılı hissetmek istersiniz, ilişkili olmak istersiniz. etrafınızdaki eylem ve olayların katılımcısıymış gibi hissetmek istersiniz. işte canlı olarak biz tam anlamıyla buyuz."
Big bang'in öncesi de evren hakkındaki her şey gibi yine ilgi çekici, çünkü bu dönemde zamanın olmadığı varsayılır. bu kavramı anlayabilmek için hız ve kütleçekimi örneklerini incelemek gerekiyor. ilki; karadeliklerin yakınına gidildiğinde zamanın, dünya'daki zamana göre yavaş geçmesi durumu, yani kütleçekimi örneği. bir cismin kütlesi büyüdükçe, uzay-zaman dokusunu bükerek zamanın daha yavaş akmasına neden olur. muazzam bir kütle çekimine sahip karadelikler ise içine girdikçe sizi dünya'da bıraktıklarınıza göre zamanda ileriye taşıyabilme özelliğine sahiptir. bir karadeliğe belirli bir uzaklıkta, belirli bir zaman geçiririp (mesela 1 yıl) dünya'ya geri dönerseniz, karadeliğe yakınlığınıza göre değişen bir oranda dünya'dakilerin 1 ila yüzlerce yıl arasında yaşlanmış olduğunu görebilirsiniz.
Diğer örnek ise hız. hız yükseldikçe, zaman yavaşlar. hız, belirli bir noktaya ulaştığında ise zaman durur. bunun açıklamasını ünlü fizikçi paul langevin şöyle yapmıştır: "bir taşıtın, içindeki insanla birlikte, yeryüzünden ışık hızının 20.000'de biri kadar bir hızla ayrıldığını düşünün. bu taşıt ve içindeki insan, taşıt içindeki kendi zamanı ile tam bir yıl süreyle dünya'dan uzaklaşıyor, bir senenin sonunda ise çark ediyor ve dünya'ya geri gelmeye başlıyor. ve sonuçta dünya'ya geri döndüğü zaman kendi öz zamanına göre iki sene geçmiş iken, dünya'nın tam iki yüz yıl ihtiyarlamış olduğunu, dünya üzerinde üç neslin değişmiş bulunduğunu görüyor." işte bu olaya fizikte, "öz zamanın kısalması" adı verilir.
Tamam her şey güzel ama, ne oldu da evren tetiklendi ve big bang yaşandı? zamanın öncesinde ne vardı? bu halen kozmolojideki en derin problemlerden biri. teknolojimizin ve yapabileceklerimizin yetersiz olması nedeniyle çözüme ulaşamıyor ve evrenin teorisi tamamlanamıyor. tabi ki bu, bilimadamlarının konu hakkında fikirleri olmadığı anlamına gelmiyor. m teorisi bu fikirlerden en çok kabul göreni. bu teori 5 farklı sicim kuramı'nı birleştirmiştir ve 10 yerine 11 boyutlu bir evren resmi ortaya koymuştur. şu an bilinen 3 boyutlu evrenimizi, çok daha büyük ölçülerde daha fazla boyuttan oluşan bir uzay-zaman içinde dolaşan üç boyutlu bir zar olarak tanımlar. içinde yaşadığımız evrenin 11 ya da daha küçük boyutta bir uzay-zamanda bir ada (d-zar) olabileceği ve bu uzay-zamanda benzeri birçok evren olabileceği bu teoremle ortaya konulmuştur. paralel evrenler, birbirlerine karşı dalgalanır biçimde hareket ederken belirli noktalarda yaşanan çarpışmalar büyük patlama'yı meydana getirdi, madde de çarpışmanın yaşandığı noktalarda ortaya çıktı. şimdi gelelim daha ilginç bir konuya; bilimadamları fizik yasalarını zamanda geri götürerek büyük patlama anının geriye doğru geçilebileceğini ortaya koymuştur. ve bildiğimiz zamanın gerisindeki bu boyut, aslında yine kendine has bir zamana sahip olup patlama anının geriye doğru geçilmesi insanı başka bir boyuta taşıyacaktır. amerikan kuramsal fizikçi ve fütürist michio kaku da big bang'in öncesi konusunda, "evren, birleşerek çoklu evrenleri oluşturan sonsuz sayıdaki zarlardan başka bir şey değil, farklı fizik yasaları olan sonsuz sayıda paralel evren. büyük patlama'lar muhtemelen her an oluyor. bizim evrenimiz de şu an bir genişleme sürecinde olan diğer evrenlerle beraber varoluyor. yani aslında dünya'nın evren okyanusunda bir su damlası olması gibi, evrenimiz de kendi okyanusunda bir su damlası." demiştir.
Konuyu daha fazla dağıtmadan tekrar saat 05'e dönelim. dünya'da hayat başlamış, kaçmaz. günümüzde hayatta olan en yaşlı insan, italyan arturo licata. 1902 doğumlu ve yakında 112 yaşına girecek. yani bu demek oluyor ki, licata'nın doğumu, napolyon'un hüküm sürdüğü avrupa'ya, bugünden daha yakın. ve kendisi, tarih kitaplarında okuduğumuz birçok olaya tanıklık etmiş durumda. içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl ve geçtiğimiz yüzyılı, dünya üzerindeki hayata oranlarsak aslında ne kadar inanılmaz bir çağda yaşadığımızı farkedebilir ve insanoğlunun bu kadar kısa zamanda nasıl bu kadar geliştiğini merak edebiliriz. isterseniz birkaç grafikle görelim;

İlk grafik, 4500 yıl önceki piramitlerden, yani insana dair, günümüze dek ulaşan en eski kayıtlardan başlayarak bugüne uzanan kaydedilmiş tarihin, 12.000 yıl önce başlayan tarım devrimiyle karşılaştırması. tarım devrimiyle insanlar yerleşik hayata geçmiş, nüfusları kısa zamanda ikiye katlanmış ve günümüze uzanan ilk toplumlar ve yerleşim merkezleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. 90 bin yıl önce ise neanderthaller vardı, karşılarında da 200 bin yıl önce ortaya çıkan homo sapiens. 3. grafikte "milattan sonra"nın ne kadar kısa bir zaman dilimi olduğu görülebiliyor. ama 7 milyon yıl önce, ilk paragrafta bahsettiğim sahelanthropus tchadensis, insanın bir hominoidea ile paylaştığı son akrabalıklardan birini gerçekleştirmişti. buna rağmen 4.25 milyon yıl boyunca, günümüze dek yapılan kazılarda ortaya çıktığı kadarıyla, kendilerine bir alet ya da araç bile yapamadılar. 4. grafikte ise günümüzden yaklaşık 65.5 milyon yıl önce kretase-tersiyer kitlesel yok oluşu adı verilen bir kozmik çarpışma yaşandığını görüyoruz. dünya'da 165 milyon yıldır hüküm sürmekte olan dinozorlar ve tüm canlı türlerinin %80'ine yakını bu olay sonucunda yok oldu. çiçekli bitliler, iki yaşamlılar, kertenkele, yılan, timsah gibi sürüngenler ve bazı küçük, ilksel memeliler ise bu felaketten sağ çıkmayı başardı. yeryüzünde meydana gelmiş bu felaketin nasıl olduğu tam olarak bilinmemektedir. en bilindik teori dünya'ya bir kuyruklu yıldız ya da göktaşı düştüğüdür. bu teorinin en büyük delili yerbilimsel katmanlardaki aşırı iridyum miktarıdır. dünya'da iridyum çok nadir bulunduğu için iridyum'un kaynağının uzay olduğu düşünülür. meksika, yucatan yarımadasındaki chicxulub krateri bu gökcisminin izidir. ancak bazı bilim çevreleri bir göktaşı çarpmasının gezegende böyle devasa bir yıkıma sebep olamayacağını düşünmektedir. felaketle aynı zamanlarda hindistan'da harekete geçen bir yanardağın atmosfere pompaladığı gazların bu yıkıma katkıda bulunduğunu düşünülmektedir. eğer bu olay gerçekleşmeseydi, dinozorlar günümüzde halen dünyanın hakimi olabilir, memeliler yükselme şansı bulamazdı. 15 metre boyundaki uçan böceklerin, 60 metreye uzanan dinozorların ve devasa yırtıcı kuşların takıldığı bir dünya devam ederdi de diyebiliriz kısaca.
650 milyon yıl önce ise, hayvanlar alemi başladı. ancak dünya üzerindeki hayatı düşündüğümüzde bu rakamlar oldukça komik çünkü dünya'da hayat, 3.6 milyar yıl önce başladı ve 3 milyar yıl boyunca insan gözüyle görülemez düzeydeydi.
Peki hayat nasıl oldu da kendiliğinden ortaya çıktı ve insana uzanan milyarlarca yıllık bu yolculuk başladı? aslında hayatı anlayabilmek için önce yaşadığımız evreni anlamamız gerekiyor. insanların astronomiye karşı bu kadar ilgisiz olması garip, birinden yaşadığı evi anlatmasını istediğimizde televizyonun üstündeki dantelin desenine kadar anlatabilir belki ama büyük resimden bahsetmesini istersek takılıp kalır. evet hayatımızı geçirdiğimiz evimiz; gezegenimiz ve içinde bulunduğu evreni tanımıyoruz.
Yaşamın canlı olmayandan, canlıya ve oradan da ilk tek hücreliye nasıl ulaştığı, hakkında onlarca teori bulunan bir konu. bunu araştıran doğa bilimi ise abiyogenez. bu konuda verilebilecek en iyi örneklerden biri, miller-urey deneyi; kimyasal evrimin oluşumunu denemek üzere, dünya'nın ilk zamanlarında varolduğu öngörülen koşulların benzetim yöntemiyle oluşturulduğu bir deneydi. deney, su (h2o), metan (ch4), amonyak (nh3), hidrojen (h2) ve karbon monoksit (co) ile yapılmıştır. bu kimyasallar, steril cam tüp ve kaplar dizgesi içinde, dış ortamdan yalıtılmış olarak bulunuyordu. bir cam kap yarısına kadar sıvı haldeki su ile doluydu, diğer bir cam kapta ise bir çift elektrot vardı. su ısıtılarak buharlaşma sağlanmıştı, elektrodlar arasında ise kıvılcımlar çakması sağlanarak dünya'nın atmosferindeki yıldırımların ve su buharının benzetimini sağlanmıştı. daha sonra atmosfer tekrar soğutularak suyun yoğuşması ve damlalar halinde ilk kaba geri dönmesi ve sürekli bir döngü içinde olması sağlanmıştı.
Bir haftalık sürekli bir işlemin ardından miller ve urey sistemin içindeki karbonun en az %10-15 kadar bir kısmının organik bileşik oluşturduğunu gözlemlemişlerdi. karbonun yüzde iki kadar bir kısmının da, canlıların hücrelerini oluşturan proteinlerin oluşumunda kullanılan amino asitleri, bol olarak da glisinin oluşturduğunu görmüşlerdi. şekerler, lipidler ve nükleik asitlerin bazı yapıtaşları da oluşmuştu. bir röportajda stanley miller, "basit bir prebiyotik deneyde kıvılcım oluşturmak bile 20 amino asidin 11'inin ortaya çıkmasını sağlar" demiştir.
Tekrar grafiklere dönersek, 4.6 milyar yıl önce dev bir moleküler bulutun çökmesi sonucu güneş'in ortaya çıktığını görüyoruz. bulut, içe doğru çöktükçe açısal momentumun korunması nedeniyle daha da hızlı dönmeye başladı. bulutun içindeki maddeler de yoğunlaştıkça, içindeki atomlar artan frekanslarla çarpışmaya başlamıştı. hemen hemen kütlenin tamamının toplandığı merkezin sıcaklığı, etrafındaki diske göre giderek daha da arttı. kütleçekimi, gaz basıncı, manyetik alanlar ve dönüş, küçülen bulutu etkiledikçe kendi etrafında dönen gezegen öncesi bir diske dönüştü ve merkezde sıcak ve yoğun bir önyıldız oluştu. yaklaşık 100 milyon yıl sonra içeri çöken bulutun merkezinde bulunan hidrojenin yoğunluğu ve basıncı önyıldızın nükleer füzyona başlamasına yetecek miktara gelmişti. termal enerjinin kütleçekimsel daralmaya karşı durabildiği hidrostatik dengeye ulaşana kadar bu artış devam etti. işte bu noktada güneş artık tam bir yıldız olmuştu. geride kalan gaz ve tozdan ibaret güneş bulutundan çeşitli gezegenler oluşmuştur. bu oluşumun kaynaşma süreciyle olduğuna inanılmaktadır. kaynaşma; gezegenlerin merkezde yeralan önyıldız çevresinde dönen toz taneleri olarak başlamaları, yavaş yavaş bir ile on metre çapında topaklar hâline gelmeleri, daha sonra çarpışarak 5 km çapında gezegenciklere dönüşmeleri, ve sonraki birkaç milyon yıl boyunca çarpışmalara devam ederek her yıl kabaca 15 cm kadar büyümeleri sürecidir.
İşte bu şekilde güneş sistemindeki yerini alan dünya, ilk dönemlerinde yoğun bir göktaşı yağmuruna sahne olmuştur. göktaşlarının yapısında bulunan donmuş buzlar, silikat ve metal yapılar, karaların ve okyanuslarının oluşmasını sağlamış, merkezde yoğunlaşan ağır demir ve nikel elementleri ise gezegenimizin çekirdeğini oluşturmuştur. ağır göktaşı bombardımanı, asteroid kuşağının jüpiter'in güçlü çekim etkisi sonucu daha kararlı hale gelmesiyle gittikçe azalmıştır. uygun koşullar oluştuğunda gelişmeye başlayan canlı hayat sonrasında özellikle bitkiler ve yaptıkları fotosentez ile atmosferimizin yapısal bileşimi önemli oranda değişmiş ve oksijen oranının yükselmesine neden olmuştur.
Bir sonraki grafik ise bizi 13.75 milyar yıl önce gerçekleştiği düşünülen ve yukarıda uzun uzun bahsettiğimiz büyük patlama'ya getiriyor. isterseniz devam etmeden önce bu olay sonucunda meydana gelen evrenimizin, hubble ve eso teleskoplarıyla görüntülenmiş, hayrete düşüren güzellikteki birkaç fotoğrafını inceleyelim, çünkü evren karanlıkta parıldayan ışıklardan ibaret değil;


carina nebula, eso

arp 273, andromeda constellation, hubble

prawn nebula, eso

tarantula nebula, hubble

Gelelim iki ilginç fotoğrafa, ilki european southern observatory* tarafından çekilmiş, samanyolu'na en yakın galaksi olan büyük magellan bulutu'nun daha önce keşfedilmemiş bölgelerinden birini gösteriyor. yeni yıldızların doğumunda oluşan gaz ve toz bulutlarının yanısıra yıldız ölümlerinde gerçekleşen süpernova patlamalarının meydana getirdiği yapılar binlerce diğer yıldızla birleşerek bu görüntüyü oluşturmuş;


large magellanic cloud, eso


Bir diğeri ise hubble uzay teleskobu tarafından uzayın hubble ultra deep field resmi. galaksileri evrenin daha genç, daha yoğun ve daha sıcak olduğu eski bir çağdaki haliyle göstermektedir;


fornax constellation, hubble


Bu görkemli fotoğraflar, evreni göz önüne aldığımızda okyanustaki bir avuç sudan fazlasını göstermiyor. Dünya bile gözlemlenebilir evrende bir hiç;

İşte big bang ve öncesinden, maddeye ve evrene, ilk yıldız ve gezegenlere, galaksilere, güneş'e ve dünya'ya, kimyasallara ve hayata, ilk tek hücreliden ilk hayvanlara, dinozorlara ve yok olmalarına, memelilere, insanlara ve arturo licata'ya kadar uzanan yolun kısa tarihi bildiğimiz kadarıyla bu. peki insanın, dünya'nın ve evrenin yakın ve uzak geleceği nasıl gözüküyor? tahminlere göre bugünden yaklaşık 6,4 milyar yıl sonra güneş'in çekirdeği o kadar sıcak olacak ki daha az yoğun olan üst katmanlarda da hidrojen kaynaşması oluşmaya başlayacak. bunun sonunda güneş şu anki çapının kabaca 100 katı kadar genişleyecek ve bir "kırmızı dev" olacaktır. sonra da oldukça artmış olan yüzey alanı nedeniyle soğumaya başlayacak ve parlaklığını yitirecektir. en sonunda güneş'in dış katmanları ayrılacak ve geride olağanüstü derecede yoğun bir gökcismi olan "beyaz cüce" kalacaktır. bu beyaz cüce, güneş'in ilk kütlesinin yarısına sahip olacak ancak büyüklüğü dünya kadar olacaktır. güneş'in şimdiki halini, kırmızı dev evresini ve beyaz cüceyi görelim;

Bu noktada evrenin, dünya'daki yaşamı bitirmeye karar verdiğini görüyoruz. ve bu 6.4 milyar yıl sonra değil, yaklaşık 1 milyar yıl sonra, güneş'in büyüklüğü ve yaydığı ısının %10 civarında artması sonucunda gerçekleşmiş olacak, bu noktaya gelmeden canlıların dünya'yı terkedeceği ve yaşama elverişli başka bir gezegene yerleşeceği tahmin edilmektedir. ama yine de çok uzun bir süre bu. bize daha kısa süreli felaket senaryoları lazım. mesela sera etkisinden bahsedebiliriz: dünya, üzerine düşen güneş ışınlarından çok, dünya'dan yansıyan güneş ışınlarıyla ısınır. bu yansıyan ışınlar başta karbondioksit, metan ve su buharı olmak üzere atmosferde bulunan gazlar tarafından tutulur, böylece dünya ısınır. ışınların bu gazlar tarafından tutulmasına sera etkisi denir. atmosferde bu gazların miktarının artması yerkürede ısınmayı büyük oranda artırır. günümüzdeki tehlike, karbondioksit ve diğer sera gazlarının miktarındaki artışın bu doğal sera etkisini şiddetlendirmesinde yatmaktadır. binlerce yıldır dünyamızdaki karbon kaynakları kararlı kalırken, şimdi modern insanoğlu aktiviteleri, fosil yakıtlarin kullanımı, ormanların yok oluşu, aşırı tarım yapılması, atmosfere büyük miktarlarda karbondioksit ve diğer sera gazlarının salınmasına sebep olmaktadır. küresel ısınma, sera etkisiyle atmosferin periyodik olarak sıcaklığının artarak ısınması olup, doğal bir süreçtir. insanların aktiviteleri sonucunda atmosfere, özellikle gazların girdileri arttığından etki giderek fazlalaşmaktadır. 16.02.2001 tarihinde cenevre’de açıklanan bm çevre raporu'na göre 21. yüzyılda, ortalama hava sıcaklığının 1.4 °c ile 5.3 °c arasında artacağı, buzulların erimesiyle denizlerin 8–88 cm kadar yükseleceği, uzun vadede dünya'nın fiziksel yapısında geri dönüşümü olmayan değişiklikler ortaya çıkacağı, tarım rekoltesinin düşeceği, ortalama yıllık yağış miktarının azalacağı, su sıkıntısı görüleceği, kuraklık, sıtma ve kolera'nın artacağı, polar bölgelerde buzulların eriyeceği, bitki ve hayvan türlerinin sayısının ve dağılımının etkileneceği, buzulların erimesiyle bağlantılı olarak deniz seviyesi her yıl 0.5 cm kadar yükseleceğinden, gelecek 100 yıl içerisinde mercan kayalıklarının zarar göreceği, çok sayıda küçük ada ve kıyı kentlerinin sulara gömüleceği gibi öngörülere yer verilmekte ve dünya'nın bilinmezlerle dolu bir geleceğe doğru yol aldığı ortaya konmaktadır. küresel ısınma üzerinde en etkili gaz olan karbondioksit emisyonlarını % 5 oranında azaltmak için bütün ülkelerin doğayı etkilemeyen yeni endüstri politikalarını devreye sokmak zorunda olduğu belirtilmektedir. eğer bu durumun önüne geçilmezse, güneş'in milyarlarca yıl boyunca yapamadığı şeyi insanlar birkaç yüzyılda başaracak yani, inanılır gibi değil.
Yeri gelmişken şu onlarca defa yazılan "gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz yıldızlar aslında yok olmuş olabilir, ışığı bize yeni ulaşıyor" muhabbetine farklı bir açıdan gireyim: evren o kadar büyük ki, ışığı bize ulaşan yıldızlar zaman ilerledikçe çoğalmakta ve bunun yanında andromeda, samanyolu'na yaklaşmakta. yapılan araştırmalar sonucunda bu iki galaksinin gelecekte çarpışacağına kesin gözüyle bakılıyor, biz bunu bir kenara bırakıp gelecekte gökyüzüne baktığımızda nasıl bir tabloyla karşılacağımızı bir illüstrasyonla görelim;

"gökyüzüne bakmak" demişken evren'deki dünya dışı hayat konusuna da girmek lazım ama daha sonra girsem çok iyi olacak. aslında bunun yanında evrim, farklı canlılar arasındaki zihin farkları (bkz: what is it like to be a bat), insan beyni ve zihninin algılayamadığı daha akıllı varlıklar, paralel evrenlerde hayat olasılığı, fermi paradoksu ve yine michio kaku'nun bazı kuramsal fizik teorileri hakkında yazmak istediğim uzun bir şeyler daha var. o yüzden stand up'ına gülünmeyen adamın tavırlarıyla "toparlıyorum" diyorum.
Yani geldik evrenin sonuna. malum, başlangıcı olan her şeyin bir sonu var. bilimadamları evrenin sonu hakkındaki teorileri düşünürken, başlangıcı hakkındakilerden çok daha eğlenceli zamanlar geçirmişler gerçekten. elimizde big rip, big crunch, big bounce, sonsuzluk, ters vakum, kozmik belirsizlik gibi senaryolar var. bunların hepsine girmek uzun süreceğinden en önemlisi big rip, yani heat death'ten bahsedelim. bundan milyarlarca yıl sonra artık yeni yıldızlar oluşmamaya, eskileri de sönmeye başlayacak. güneş'in hallerinden zaten bahsetmiştik, beyaz cüce'ye döndüğünde gezegenler de ayakta kalamayacak ve güneş sistemi çökecek. sonra galaksiler de çökmeye başlayacak, evrendeki protonlar tükenecek, son yıldız sönecek ve evren karadeliklere kalacak. 10 milyar güneş kütlesindeki son karadelik* buharlaştığında ise karanlık çağ başlayacak. evrende yalnızca en temel yapıtaşları kalacak, ve bu çok az enerjiyle birlikte çok uzun bir zamanı gösterecek. en sonunda ise heat death yaşanacak. evrendeki düzensizliğin artması sonucu maddelerin kaotik bir düzene erişmesiyle tüm kimyasal ve fiziksel reaksiyonların durması, yani evrende hiç enerjinin kalmadığı, yok olduğu an.

Sonucunda dünya'nın ve evrenin geleceğinin her senaryoda bir felaketle sonlandığını görüyoruz. peki insanın geleceği nasıl görünüyor? 1899 yılında, insanlardan 2000'li yılları anlatmaları istenmiş ve bu gelecek tasvirleri bir çizer tarafından resmedilmiş;

Burada dikkatleri çeken bir durum var; insanlar, ne kadar ileriyi düşünürlerse düşünsünler, yaşadıkları çağda görebildikleri teknolojinin gelişiminden fazlasını göremiyorlar. analog ve mekaniğin dominant olarak düşünüldüğü bu tasvirlerde kimse dijital teknolojiyi düşleyemiyor. aynı durum muhtemelen bizim düşüncelerimizde de var olmakta ama bilinen bir şey var ki, insanoğlu, elektromanyetik ve elektronikle ilgilenmeye başladığından itibaren şimdilik sonu tahmin edilemeyen bir yola girdi. burada başka bir entry'mden direkt alıntı yapacağım; intel'in kurucularından gordon moore, 1965 yılında "electronics magazine" adlı dergideki makalesinde işlemcilerin hızının her iki yılda bir 2'ye katlanarak ilerleyeceğini söylemiştir. 2011 yılına dek bu öngörüsü gerçekleşti;

Günümüzde ise geçerliliğini sürdürmekle beraber katlanma hızının tahminlerden yavaş gitmeye başladığı gözlemlenmektedir. burada devreye amerikan bilimadamı ve fütürist ray kurzweil giriyor. kurzweil, 1999 tarihli "the age of spiritual machines" adlı kitabında "accelerating returns" adlı bir yasadan bahseder, moore'un öngörüsünü destekleyen ve genişleten bir yorumla teknolojik ilerlemenin sadece transistörleri değil, insanlığı değiştireceğini ve şu an tahayyül edemeyeceğimiz bir çağın kapısında olduğumuzu söylemektedir.
Yani diyor ki, içinde yaşadığımız çağda teknoloji o kadar eksponansiyel artıyor ki bir noktada -bu bir nokta kurzweil'e göre 2045 yılı- insanoğlu yapay zekayı kendi beyninin limitlerine getirecek, yalnızca dijital değil, nöroloji başta olmak üzere birçok bilim dalının katkısıyla biyolojik beynini sentetik bir ortama taşıyacak ve bunun sonucunda teknoloji kendi kendini ilerletmeye başlayacak, yaratılan üstün zeka*, çok hızlı bir şekilde kendini daha üstün bir hale getirecek ve bir defa başladığında bu artış durmayacak. gerçeklikler ve duygular değişecek. bu yüzden geçtiğimiz yıl obama'nın başlattığı brain initiative (brain research through advancing innovative neurotechnologies) projesi çok değerli ve obama geleceğin bilimde olduğunu bilen bir adam. başımızda böyle bi herif olsa bu ülke uçardı be. herneyse, kısacası technological singularity adı verilen bu noktadan itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, 2045 iyimser bir tarih olsa da önümüzdeki yüzyıldan önce posthuman yolunda ciddi bir değişimin başlayacağı kesin. ancak bu, teknolojik tekillik kavramının sonu beklediğimiz kadar iyi olmayabilir. 2100 yılından önce insanlığın sonunu getirmesi beklenen olaylar araştırmasında singularity, %5 ile zirvede. yine %5 oran ile moleküler nanoteknolojik silahlar arkasında yer alıyor. sonrasında ise savaşlar(%4), tasarlanmış salgın(%2), nükleer savaş(%1), nanoteknoloji kazası(%0.5) ve doğal salgın(%0.05) geliyor.
Yani dünyanın ve evrenin nasıl sona ereceğini tahmin edebiliyoruz, ama insanın geleceğinin bir teknolojik tekillik mi, bir battlestar galactica ya da firefly sahnesi gibi mi, silahlarla mı yoksa gelişini tahmin edemeyeceğimiz ani bir yok oluş mu olacağını bilmiyoruz, insanın ne olduğunu ise biliyoruz; baktığı gökyüzündekilerle aynı atomları taşıyan, akıllı, kimyasal bir organizma. eğer insanlar her şeyin bu kadar doğal olabileceğini kabul etse, birbirlerini sadece insan olarak kabul edebilse, dünya şu an çok daha güzel bir yer olabilirdi.
Geçen gün yine burada okuduğum ve çok hoşuma giden, montesquieu'nün bir sözüyle bitireyim; "Eğer ülkeme yararlı olacak, ancak diğer ülkeleri mahvedecek bir şey biliyorsam prensime önermem; çünkü ben önce bir insanım, sonra bir fransız’ım. Ben zorunlu olarak insan doğdum ve tesadüfen fransız oldum."


bu yazı, wikipedia ve youtube kaynakları yanında kişilerden alıntılar ve yine bu başlıkta dikkatimi çeken birkaç entry'de bahsedilen konuların düşüncelerimle birleştirilmesi sonucu hazırlanmıştır. yazarlarına bilhassa saygılar.

4.03.2014

86. Oscar Ödülleri

86. Oscar ödülleri sahiplerini buldu. Yok lan bu olmadı, çok profesyonel bir giriş spotu.. Oscar cephesinde değişen pek bişey yok amk! (Bak bu bloğun amatör ruhunu daha iyi ifade etti.) Efendim sinemaseverler, ister Kore sineması deyip dudak büzsün Hollywood'a, ister aynı senaryoyu pişirip pişirip servis ediyorlar deyip dem vursun, töreni kendince protesto edip izlemese dahi ertesi gün Oscar'da neler olup bitti merak ederler sanırım. Ben de naçizane bir alt postta tahminlerim ve izlediğim filmlere dair kısa değerlendirmelerimi paylaşmıştım. Geçen yıl önceki yıllara göre tahmin edilmesi zor olmayan ve aslında çok da iyi filmlerin olmadığı bir yıldı. Belki bu yüzden belki de artık Oscar lobisini çözdüğümüzden ötürü tahminler büyük oranda tuttu. Gravity 7 ödülle şahsen beni mutlu etti. Dallas Buyers Club ise muhteşem oyunculukları ile göz ardı edilmedi ve hem en iyi erkek oyuncu hem de en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllerini kaptılar. Leo DiCaprio şu ana kadar çoktan hak etmişti aslında ödülü ama bir gerçek var ki bu sene her ne kadar çok iyi oynadıysa da Matthew McConaughey'den daha iyi olduğunu söylemek zordu. Before Midnight'ı ise yine görmedi adi lobi. Ödül listesini kayıtlara geçirip önümüzdeki Oscar'lara bakalım artık.


En İyi Film : 12 Years a Slave
En İyi Erkek Oyuncu : Matthew McConaughey - Dallas Buyers Club
En İyi Kadın Oyuncu : Cate Blanchett - Blue Jasmine
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu : Jared Leto - Dallas Buyers Club
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu : Lupita Nyong'o - 12 Years a Slave
En İyi Yönetmen : Alfonso Cuarón - Gravity
En İyi Özgün Senaryo : Spike Jonze - Her
En İyi Uyarlama Senaryo : John Ridley - 12 Years a Slave
En İyi Animasyon Film : Frozen
Yabancı Dildeki En iyi Film : The Great Beauty, Paolo Sorrentino(İtalya)
En İyi Görüntü Yönetimi : Emmanuel Lubezki - Gravity
En İyi Kurgu : Alfonso Cuarón, Mark Sanger - Gravity
En İyi Sanat Yönetimi : Catherine Martin, Beverley Dunn - Gravity
En İyi Kostüm Tasarımı : Catherine Martin - The Great Gatsby
En İyi Makyaj ve Saç : Adruitha Lee, Robin Mathews - Dallas Buyers Club
En İyi Müzik : Steven Price - Gravity
En İyi Şarkı : Kristen Anderson-Lopez, Robert Lopez("Let It Go") - Frozen
En İyi Ses Miksajı : Skip Lievsay, Niv Adiri, C. Benstead, Chris Munro - Gravity
En İyi Ses Kurgusu : Glenn Freemantle - Gravity
En İyi Görsel Efekt : T. Webber, C. Lawrence, David Shirk, Neil Corbould - Gravity
En İyi Belgesel : Twenty Feet from Stardom - Morgan Neville
En İyi Kısa Belgesel : The Lady In Number 6 - Malcolm Clarke, Carl Freed
En İyi Kısa Animasyon : Mr Hublot (2013) - Laurent Witz, Alexandre Espigares
En İyi Kısa Film : Helium (2014) - Anders Walter

1.03.2014

And The Oscar Goes to


Efendim buradan daha önce dünya kupası tahminleri yaptık, maç tahminleri yaptık ama henüz Oscar tahmini yapmamışız. 86. Oscar ile anılan tüm filmleri izlememişsek de büyük çoğunluğunu izlemiş olarak bunu da yapmaya hazırız sanırım.

Öncelikle isterseniz kısaca Oscar lobisini tanıyalım. Oscar için oy kullananların yaş ortalamasının 65 civarında ve 5100 kişiyi aşkın olduğu söyleniyor. Yani tam bir yaşlı kurtlar lobisi söz konusu. Bunların %23’ü kadın, dolayısıyla her yerde olduğu gibi burada da bir erkek egemenliği var. Ayrıca üyelerin ezici çoğunluğu daha önce Oscar kazanmamış kişilerden oluşuyor. Ve bir de bu üyelerin %94’ünün beyaz sadece %6’sının siyah olduğu bilgisi de kayıtlara geçsin. Tabi tüm bu bilinenler dışında kayıt dışı gölge lobiler olabileceğini de unutmamak lazım. Buradan ilgili linki verip geçelim tahminlerimize.

Öncelikle yılın film adayları ile başlayalım. 9 tane aday film var. Diğer aday filmlere göre daha az ön plana çıkan Captain Phillips ile Philomena filmleri dışında hepsini izledim. Benim en fazla ilgimi çeken film, bir filmden öte deneyim yaşatan Gravity filmi oldu. Gravity’iyi eğer bilgisayarınız başında veya TV’den izlediyseniz tam bir hayal kırıklığı yaşamanız kuvvetle muhtemeldir. Zira dediğim gibi bu film bir filmden öte muhteşem bir deneyimdir. Sinema sektörünün geldiği noktanın baş döndürücü tezahürüdür. Ve belki de gelecekte koltuğumuzda otururken daha nasıl deneyimler yaşayabileceğimize dair ipuçları veren muazzam bir projedir. Filmin senaryo bana göre oldukça basit. Ama bu basitlik belki de yönetmenin tüm dikkatleri bu deneyime vermemizi istemesinden de kaynaklı olabilir. Filmi normal 3D izleme ile IMAX 3D izleme arasında bile önemli bir fark hissettim şahsen. Ve ikinci izleyişimde bile müthiş gerildim. Adeta uzayda ben seyahat ediyormuşum gibi hissettim. Tek kişilik bir deneyim olan bu filmin senaryo basitliğinden ötürü Oscar’ı alamayacağını düşünüyorum. Ama bana göre yılın filmiydi ve Oscar almasını en fazla isteyeceğim filmdir Gravity. Uzay sanırım insanoğlunun varoluşundan beri en fazla merak ettiği ve sorguladığı mistik bir konudur. Bilmem hiç denediniz mi kırsal bir bölgede yaz gecelerinde eğer hava açıksa irili ufaklı milyonlarca yıldız ve gök cisimleri muazzam bir şekilde izlenebiliyor. İzlerken insanın başı döner adeta. Film işte bu baş döndüren uzay ortamında müthiş bir aksiyon sunuyor izleyicilere. Filmin görüntü yönetimi ve görselliği gerçekten muazzam olmuş ve sinemada tekrar tekrar izleyesi gelir insanın. Sandra Bullock ise kendisinden bekleneni fazlasıyla veriyor filmde.

İkinci önemli film Dallas Buyers Club. Tahminen akademinin de ilgisini çekeceği AIDS, transseksüellik, homofobia gibi önemli konuları ele alan ve muhteşem oyunculukları ile dikkat çeken bir film Dallas Buyers Club. İzlerken envai çeşit konuyu bir araya getiren ve her birinden bir mesaj verme kaygısını güden Mahsun Kırmızıgül filmlerini yâd ettim desem yuhlanmam umarım. Elbette o vasatlıkta değil ama bazı yerlerde o yüzeyselliği hissediyorsunuz. Bir yandan ön yargılar işlenirken öte yandan ilaç firmalarının sahtekârlığına dair verdiği mesaj sanki biraz havada kalıyor gibi, tam bağlanamıyor. Ama Matthew McConaughey ve Jared Leto gerçekten oyunculuk dersi verircesine performans sergiliyorlar. Jennifer Garner ise rolüyle sırf oynasın diye sonradan yamanmış bir rol gibi yüzeysel kalıyor zannımca. Filmin çıkış noktasının gerçek bir hikâye olması ise ayrıca filmi daha etkileyici yapmıştır. Neticede eksiklikleri olsa da senenin en dikkat çeken ve izlenmeye değer filmlerinden biri olmuştur.

Oscar’ın en çok ses getiren filmlerinin başındaki de sanırım The Wolf of Wall Street oldu. Yine gerçek bir hikayeden uyarlanmış borsadan para kazanan Jordan Belfort’un para kazanma hırsı, seks, kokain üçgeninden ve nihayetinde kaçınılmaz olan mahkeme salonuna terfi etmesini anlayan eğlenceli bir film. Leo DiCaprio kendisine çok yakıştırdığım piç rolünde yine harika bir oyunculuk sergiliyor. Film Oscar’a aday olan en erotik filmlerden biridir zannımca. Ve belki de Martin Scorsese ve Leonardo DiCaprio ikilisi olmasa aday olmayacak da. Bu durum, filmin kötü bir film olmasından ötürü değil, göreli muhafazakâr olduğunu bildiğimiz Amerikan toplumunun bu kadar açık seçik sahneleri ile bu denli yüksek perdeden duyulması şaşırtıcı oldu sanırım. Buna somut bir örnek de yine bu yıl Avrupa’da ses getirmiş Golden Globe adayı filmlerden Blue Is the Warmest Color filminin akademi üyelerince dikkate alınmamasıdır. Tabi anılan bu filmin erotizmin de bokunu çıkartıp yer yer pornoya doğru kaydığını belirtmek gerekir.

Oscar’ın bir diğer ilgi çeken filmi 12 Years a Slave filmi. Amerikan toplumunun geçmiş günahlarına bir tövbe naziresi ile son yıllarda sık sık karşımıza çıkan “kölelik ve siyahlara yapılan zulüm” filmin konusu. Obama ile birlikte bu tarz filmler daha mı sık görülüyor oldu yoksa bana mı öyle geliyor bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa o da; bu filmin konusu itibari ile ve geçen yıl ebediyete intikal etmiş Mandela’nın taze hatırası ile birlikte ayrı bir önem kazandığıdır. Ve zannımca Oscar’a en yakın film bu film. Ancak geçen yılın filmleri Lincoln ve Django Unchained güzelliğinde olmadığı kesin.

Gravity'den sonra senenin en orijinal filmidir “Her”. Tam olarak bilinmeyen gelecek bir tarihte insanoğlunun her zamanki gibi yalnızlığının o dönemdeki tezahürü konu ediniliyor. Bir nevi postmodern yalnızlık. Aslında sadece postmodern yalnızlık değil günümüz yalnızlığı da denebilir. Zira metaforlar günümüz için de geçerli. Yani elimizden düşürmediğimiz iPhone’lar S4’ler vs. birer Samantha aslında. Yalnızlık o kadar katıksız anlatılıyor ki boğucu kasvetli havayı hissederek filmi izlemeniz ve bunalmanız kaçınılmaz oluyor. Ve bir de Joaquin Phoenix var ki sanırım Oscar’ın büyük ayıplarından biri bu adamı en iyi oyunculuğa aday göstermemiş olmasıdır. Çünkü kendi karakterini, egonu, kişiliğini bastırarak ve yok ederek böyle bir oyunculuğu sergilemek gerçekten zor gibi ve bunu başarıyor Phoenix. Kanaatimce bu dediğim şey kilo alıp vermeden çok daha zor bir olay.

Oscar'a aday bir diğer filmimiz American Hustle. Filmin konusu üçkâğıtçılık ve FBI. Sanırım türevleri gırla yapıldı. Bana göre vasat bir film. Ayrıca Christian Bale'in bu filmdeki oyunculuğu da abartılıyor. Tamam herif epey bir göbek yapıyor rol icabı ama o beş kişiden biri olacak kadar da iyi oynadığını düşünmüyorum.

Son olarak bahsedeceğim film Nebraska, bir yaşlılık soyutlanmışlık filmi. Yaşlılığın flulaştırdığı bir dünya sunuluyor. Sanırım tam da bu yüzden film siyah beyaz çekilmiş. Birçoklarının sevmeyeceği izlerken bunalacağı, toplumun ön saflarında yer almayan kenarda kalanların, kenarda kalmış bir eyalette geçen insanların, yaşlıların, biraz fakirliğin, fakirliğe rağmen muzipliğin konu edinildiği kasvetli bir film. Klasik Hollywood filmlerinin dışında, her şeyiyle daha doğal gelen basitliğin filmi denebilir. Başrol oyuncu Bruce Dern çok iyi bir oyunculukla haklı bir Oscar adaylığını kazanıyor. Filme uyumlu country müzikleri de ayrıca güzel olmuş.

Şimdi gelelim bu filmlerden Oscar kazanması muhtemel olanlara. Öncelikle Gravity filmini bunlardan ayrı tutuyorum zira dediğim gibi klasik bir filmden ziyade sinemada edinilebilecek bir “tecrübe” gözüyle bakıyorum buna. Diğer filmler arasında Oscar’ı bana göre en fazla hak eden film Dallas Buyers Club. Ama yukarda belirttiğim hususlardan ötürü 12 Years a Slave filminin Oscar’ı alacağını düşünüyorum. Sürpriz plase olarak da The Wolf of Wall Street gösteriyorum.

En iyi aktör rolüne gelince… Aday olanların bu seneki performansları göz önünde bulundurularak değerlendirilince yine bana göre hak eden Dallas Buyers Club’daki perfromansı ile Matthew McConaughey. Ama öte yandan bana göre çoktan Oscar’ı hak etmiş olan Leonardo DiCaprio’nun bu sefer eli boş gönderilmeyeceğidir ya da en azından ben öyle umuyorum. Bu iki isim dışında başka bir isim gelirse şahsen çok şaşırtıcı bulacağım.

En iyi aktris rolünde hem benim favorim hem de jürinin de hem fikir olacağını düşündüğüm isim Blue Jasmine’deki rolü ile Cate Blanchett. Diğer adayların en az bir gömlek üstü olan tam anlamıyla muhteşem bir oyunculuk sergiliyor Cate ablamız. Plase Sandra Bullock olabilir. Diğer isimler ise sadece şaşırtır ve lobinin kahpeliği olur.

En iyi yardımcı erkek rolünde açık ara Dallas Buyers Club’daki oyunculuğu ile Jared Leto diyorum. Herif hem en iyi erkek hem en iyi kadın rolünü bile alabilirdi, o derece yani. Diğer olası tüm sonuçlar ise bana sadece yuh dedirtir.

En iyi yardımcı kadın rolü, sanırım seçilmesi en zor olan kategorilerden biridir. Adaylar bir birlerine yakın performans sergilemişler gibi geliyor. Julia Roberts’ı ise izlemedim. Kim seçilirse seçilsin şaşırmam ama yine de adetten iki isim saysak Sally Hawkins ve Lupita Nyong'o diyorum.

En iyi yönetmen adayım kesin ve o da Alfonso Cuarón, Gravity. Diğerlerinin hepsi şaşırtıcı olmayan sürpriz olur.
En iyi orijinal senaryo adayım Spike Jonze, Her. Bu olmasa Bob Nelson, Nebraska ve sürpriz plase Woody Allen, Blue Jasmine.

En iyi uyarlama senaryo adayım Richard Linklater, Before Midnight. Yani bu güzelim serinin en azından bir Oscar’la ödüllendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Açıkçası dahasını hak ettiklerini düşünüyorum ama işte Oscar lobisi… Plase mlase yok burda, adam olsunlar versinler ödülü.

Geri kalan kategorilerdeki belgesel, kısa film, animasyonları izlemediğim için bir yorum veya tahminde bulunamayacağım. Ayrıca teknik kategorilerdeki ıvır zıvır tırrı vırrı tahminleri de geçiyorum. Bunlarda, Gravity’nin özellikle görsel efekt alanı olmak üzere ön plana çıkacağı aşikar.


Son olarak özet geçersek tahminleri:

En İyi Film : 12 Years a Slave
En İyi Erkek Oyuncu : Leonardo DiCaprio (The Wolf of Wall Street)
En İyi Kadın Oyuncu : Cate Blanchett (Blue Jasmine)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu : Jared Leto (Dallas Buyers Club)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu : Lupita Nyong'o (12 Years a Slave)
En İyi Yönetmen : Alfonso Cuarón (Gravity)
En İyi Orijinal Senaryo : Spike Jonze (Her)
En İyi Uyarlama Senaryo : Richard Linklater (Before Midnight)

25.01.2014

Başlıksız


Gerçek şu ki internet, özgürlük vaadiyle bizi tutsak eden tuzaklı bir dünyadır. Elimize oyuncaklar veriyorlar, iphonelar androidler tabletler.. Önümüze gelene sallıyoruz twitterda, dünya aleme en özelimizi açıyoruz facebookla. Özgürlüğümüzü resmediyoruz sonra instagramda ve attığımız her bir adımı foursquare ile raporlıyoruz. Sonra madalyalar aferinler alıyoruz bunların karşılığında. Hem ne mal olduğumuz ortaya çıkıyor hem de tüm bunlarla deşarj olup sakinleşiyoruz.. Bizim için sınırları özenle çizilen bir dünyada özgürüz sen de ben de..

Başlıksız

Bu hayatta yalnız kalan bir insan ya çok başarılı olur ya da ölür..

21.01.2014

Yarın!


“Yarın” dedi, başlıyorum. Şöyle sabah erkenden kalkacam, güzel bir kahvaltı sonrasında akşama kadar çalışacağım. “Yarın” dedi sıfırdan başlayacağım.

Tam altı aydır bu yarını bekliyordu ve işin kötüsü artık 20 günden az bir zamanı vardı ve bu kısa zaman içerisinde 6 aylık işi yapacaktı.

Sabah alarmı çalınca lanet olsun ne de çabuk yarın oldu dedi ve alarmı erteledi. Sonra tekrar çaldı alarm, sonra tekrar erteledi. Çaldı erteledi, çaldı erteledi bu şekilde tam bir buçuk saat geçtiği halde uykuya doyamamıştı ve alarm sinirlerini iyice bozmuştu. En iyisi alarmı kapatıp güzelce bir dinleneyim sonra temiz bir kafayla daha güzel çalışırım dedi. Öğleye doğru kalktı, planladığı gibi güzel bir kahvaltı yaptı ve okula gitti. Ders çalışacaktı ama öncesinde birkaç hocayla görüşeyim dedi. Birkaç görüşmesini yaptı, dersin başına geçti. Güzel bir kahve yapim dedi, açılırım. Bu sırada odasına arkadaşları geldi. Kahvelerini içip planlar yaptılar uzun uzun. Her şey çok güzel olacaktı. Artık akşam olmuştu eve giderken akşam için planlar yapıyordu. Gece uzun, günün acısını çıkarırım dedi. Odasına geldi, derse başlamadan şu çamaşırları atayım çok fazla birikmiş dedi. Çamaşırları attıktan sonra tekrar dersin başına geçti. Bir iki cümle okudu, telefonu çaldı. Arkadaşı arıyordu. Dersten başladılar, gündemden devam ettiler. Ne olacak bu fenerin hali? sorusunun akabinde Aziz başkandan, paralel yapılanmalardan, siyasi yozlaşmalardan, adaletten, hukuksuzluktan konuştuktan sonra radyasyondan yeşile dönmüş bir suratla bitkin bir halde telefonu kapattı. Son kaldığı cümleden çalışmasına devam etti. Tanrım, ne kadar boktan bir cümleydi bu böyle. Hiçbir şey anlaşılmıyordu. Sonra odasına baktı ve tam altı aydır odasını temizlemediğini, giydiği hemen her elbisesini odasında kullanmadığı yatağına atmış vaziyette gördü. Kutu gibi bir odada yalnız yaşama özgürlüğünün bokunu çıkarmıştı anlaşılan. İğrendi odasından, bu pislik içerisinde de ders çalışılmaz ki diye düşündü. Önce temizlik diye başladı sonra odayı düzeltmekle devam etti. Zengin bir biyolojik ortama dönüşen bardağının içerisindeki mantarları ayıkladı ve yeni alınmış gibi gıcır bir hale getirene kadar temizliğe devam etti. Yorulmuştu saat de artık geçti. Yatağına girdi ve “yarın” dedi düne göre kısık bir sesle, her şey çok güzel olacak. .

20.01.2014

-DE -DA



Şimdi bu –de –da ‘yı yanlış yazana laf edip zeka testi yapanlar var. Ha paso yapan dangozlar var, onlar bilmiyor kabul. Ama yazı hızıyla konuşma hızı arasında fark var. Çok daha hızlı düşünüp konuşurken yazı geriden geldiğinden beyin karıştırıp arada yanlış yapıyor. Yoksa ben hayatımda hiç bu kadar basit bi hatayı yapmadım. Yapmışsam bahsettiğim hipotezdendir. Mallık yapmayın, önyargılı davranmayın. Ne bana ne de ilk defa de’yi yanlış yazanı gördüğünüze. Belirtmek istedim.

19.01.2014

Black Books


British dizilerinden devam ediyoruz. Tadında bırakılan bir dizi daha. Bu adamların en çok hoşuma giden şeyi tadında bırakmaları. Koca koca kitapların yerini cep kitapçıklarına, destan gibi yazıların yerini 140 karaktere bıraktığı bu devirde aradığımız tam olarak böyle bir şey olmuyor mu?! Her sezonunda sadece 24 dakikalık 6 bölüm ve sadece 3 sezon. Brilliant!

Umursamazların şahı ve bana göre komedi dizilerin en bomba karakterlerinden Bernard, saf ve biraz çatlak kafalı Manny ile çılgın çatlak Fran karakterlerinin, pislik ve dağınıklık içerisinde olan Black kitapevinde geçen bohem hayatlarının konu edildiği absürt komedinin adıdır black books. Komedinin ve absürdlüğün dozajını çok iyi ayarlamışlar ve muhteşem olmuş. Dizideki Bernard karakteri hayran olunası bir karakter. Bir elinde sigarası ötekinde bitmeyen şarabı ile dünya yansa umurunda olmayacak bir bohemlikte. Herif bu gerçeğin farkında: ”Bu da hayat! Köle gibi çalışıp, acılar içinde eskiyoruz. İşte hayat bu” ve tam da benim kafada. Bu arada yasal bir uyarı; bu diziyi izledikten sigara ve şaraba başlayabilirsiniz. Manny.. hem saf hem çatlak. Herif tavuğa çatal üzerinde striptiz yaptırarak derisini yavaş yavaş soyacak kadar çatlak :D Fran ise bu iki herifle birlikte üçgeni tamamlayan çatlak kadın karakter.

Bir alt postta dediğim gibi bir oturuşta bitirilebilecek bu diziyi de kesinlikle uzun zamana yayarak izlemelisiniz. Zira kıyamayacaksınız hemen bitirmek istemeyeceksiniz ve zaten öyle tam olarak tadını da alamazsınız. Ben de uzun süredir beklettiğim son bölümünü bugün bitirdim.

Diziden güzel bir diyalogla postu bitirelim:

Müşteri: Sanırım, sigaranızın dumanından ben de neredeyse sizin kadar içmiş oluyorum.
Bernard: Takma kafana, sen de bir ara bana bir içki ısmarlarsın.

15.01.2014

Spaced



British komedisinin katıksız olduğu hollywood’un gereksiz romantik ayaklarının pek olmadığını az buçuk izleyen herkes farketmiştir. Coupling gibi efsane bir diziyi miras bırakan bir komedi anlayışı söz konusu yani. Dizilerin uzunlukları, finali bi türlü getiremeyişleri vs. gibi etmenler hep can sıkmıştır. Hele söz konusu olan komedi dizisiyse bokunu çıkarmayacaksın. 20-25 dk ideal ve tabi bir asır devam etmeyecek(bkz. How i met your mother). Başlıktaki dizide en çok dikkatimi çeken 24 dk olması sadece 2 sezon ve her sezonda sadece 7 bölüm olması. E bir de imdb’de 8.8 gibi şahane bir skor. Tanıdık bir isim gelecek olan olan Simon Pegg faktörünü de göz ardı ediyorum.

Hikaye, işsiz güçsüz ve biraz da evsiz bir adet adam ve bir adet kadının bi kafede ilginç bir diyalogla tanışması ve sonrasında aynı eve çıkması ile başlıyor. Sonrasında aynı apartmanda tam bir çılgın sanatçı olan brian, suratsız ev sahibesi ve ana karakterlerin yakın arkadaşları olan mike ve twist etrafında dönen bir hikaye bizi bekliyor.

Komedi dizilerinde alışkın olduğumuz ve nerede gülmemiz gerektiğini bize hatırlatan gülme efekti yok. Karakterler çok yakışıklı güzel alımlı tipler değil. Şişko kız, kel erkek, sıradan insanlar sıradan hayatlar. Senin benim gibi, herkes gibi. Bi de yer yer çocukça gelecek sahneler var. Tüm bunlar diziye ayrı bir hava katıyor, diziyi duru, keyifli, samimi yapıyor. Ama bakmayın böyle basit dediğime, diziyi iyi anlamak için zengin bir sinema/sanat kültürü de gerekiyor belirteyim. Diziyi izlerken the shining’in korku sahnelerinden, woody allen'ın meşhur manhattan'ından tut the matrix’e kadar değişik göndermeler göreceksiniz. Çok fazla ince göndermeler, eski dizilere/filmlere referanslar vs var. Hatta bu yüzden izleyeceğim her bölüm için imdb’den “Did you know?” başlığına bakıyordum. Ha bir de big bang theory’de olduğu gibi burda da star wars bombardımanı var. Oyunculukları muhteşem, doğal samimi ve keyifli bir british komedisi izlemek isteyenler, bi solukta izleyebilecekleri bu güzel diziyi keyfini çıkarta çıkarta ve yayıla yayıla buyursunlar izlesinler.