“Toplumların politik bir düzen oluşturmasında başlıca etmen savaş olmuştur. Başlangıçta insanın doğal bir savaş içgüdüsü yoktu. İlkel gruplar barış ve sükûn içinde yaşamışlardı. Eskimolar Avrupalılarla ilk karşılaştıklarında, onların birbirlerini öldürmelerini ya da birbirlerinin toprağını çalmalarını bir türlü anlayamamışlardı. Toprakların altında bulunabilecek değerli madenlerin buz ve karla kaplı olmasına şükretmişler, çoraklıklarının kendilerini saldırıdan koruduğuna inanmışlardı. Gerçekten de savaşlar, sahip olma dürtüsüyle birlikte başlamıştır. İlk savaşlar, avcı kabilelerin tarımla uğraşan gruplara saldırması biçiminde görülürdü. Avcılar, ormanlarda avlayacakları sürüler azalınca köylerdeki zengin tarlalara imrenirler, saldırmak için önce bir bahane yaratır, sonra oraları işgal ederlerdi.”
Yukarıdaki pasaj Engin Geçtan’ın o muhteşem ‘İnsan Olmak’ kitabından. Üstadın son cümlesi özellikle, ilk savaşlardan günümüzdeki savaşlara kadar değişen bir şey olmadığını, ‘önce bahane üret, sonra saldır’ paradigmasının hala geçerli olduğunu gösteriyor. Eskimoların şükrüne paralel ise Cemil Meriç’in meşhur ‘Bu Ülke’ kitabında şöyle bir şey geçiyordu : “Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lanetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.” Özellikle Ortadoğu’da dönen oyunlar ve bitmeyen savaşlar, Meriç’in dediği gibi lanetlenmiş altınından(petrolünden) öte bir şey olmadığını anlıyoruz.
Savaşlar üstüne yapılan bu girişten sonra, söz konusu olan başlıktaki film/belgesel ile konuya daha da yaklaşalım. Neden savaşıyoruz? Filmin adı ve giriş cümlesi. Peki neden? Kutsal değerler, namus, toprak, savunma, özgürlük vs gibi çeşitli cevaplar verebiliriz, ki en yaygın cevap ve yalan da ‘özgürlük’ oluyor. Özgürlük için savaşıyoruz deniyor, ölümün neresi özgürlükse… Tabi burada, bir şeylerden bağımsızlaşarak özgürleşmeye çalışmakla özgür olmak olgularının birbirlerinden farklı olduğunu da belirtmek gerekir.
ABD’nin savaş eksenli dış politikasının perde arkasına ışık tutan ya da tutmaya çalışan bir belgesel diyebiliriz. Daha önce 2. Dünya Savaşı’nda Frank Cappra tarafından aynı isimli savaş propogandası yapan belgesel/film serisi yapılmış, ki bu bilgi belgeselde geçiyor zaten. Ağırlıklı olarak Irak Savaşı’na kongre- şirket – medya ittifakı neticesinde gidiş ve sonrası konu edilmiş. Genel olarak belgelerle, rakamlarla vs. güçlendirilmiş iyi bir belgesel olduğunu söyleyemem, ama çarpıcı bilgiler var. Bunların bazılarını zaten çoğumuz öyle veya böyle duyduk biliyoruz. Ama bu şekilde belgesel film yapılıp izletilmesi de ifade özgürlüğü açısından ayrı bir olay. Mesela şöyle bir değerlendirme geçiyordu: “Günümüzün şeytanı, dünün dostuydu. Bu isterse savaş adına ister ticari sebep adına olsun bu bir ekonomik sömürgeleştirme”, sonrasında da Saddam’ın İran’ın Hümeyni rejimine karşılık ABD’nin dostu olarak kollanıp konuşlandırıldığı, hatta İran’a karşı başarısız olduğunda istihbarat ve silah yardımlarını artırmışlar. Bu yüzden ABD Irak saldırısını yapmadan Saddam’ın elinde kitle imha silahları olduğunu söylüyor, çünkü zaten faturaları elinde. Medyanın yine gücün güdümünde olduğunu ve rakamların, askeri başarısızlığın gizlendiğini anlıyoruz. Irak savaşında ölenlerin %90’ının çocuk ve kadın gibi sivillerden oluştuğu bilgisi geçiyor ki çok çarpıcı.
Belgeselde ayrıca ikinci dünya savaşı ve soğuk savaş dönemindeki ABD politikasına da değiniliyor. Başlangıçta ABD’nin karanlık, kötü yüzü olarak sunulan Eisenhower’in sonunu izlediğinde o kadar da kötü olmadığını(!) anlıyoruz. 2. Dünya Savaşı ile birlikte Amerikan askeri imparatorluğunun doğduğu söyleniyor. Başkan Eisenhower ile silahlandırma ve askeri güç inanılmaz bir şekilde artırılarak tam bir militarist devlet olunuyor. Eisenhower ile başlayan bu güç bir anlamda Amerikanın günümüze kadar gelen dış politikasının da miladı oluyor. Ama başkanın doğru bir şekilde anlaşılmadığı ya da sözlerine mutabık olunmadığı anlaşılıyor. Hatta veda ederken Amerikanın bu denli güçlü olmasının doğurabileceği tehlikeleri öngörerek kongre-şirket-ordu ittifakının doğru bir şekilde yönetilmesi uyarısında bulunmuş. Tabi Bush ve türevleri bu uyarıları sakız yapıp çiğnemiş, ki Bush’a halkın duygularını manipüle eden yalancı yaftası açık bir şekilde yapıştırılıyor burada.
Bilim ve teknolojinin, savaş ve savunma sanayi sayesinde bu denli ilerlediği bilinen bir gerçek. Belgeselde geçen rakamlar veya bizim kendi ülkemizde ya da dünyanın her hangi bir ülkesinin askeri harcamalarının tüm bütçedeki yerini görünce zaten bunun nedeni anlaşılıyor. Hatta belgeselde geçen ve Japonya’ya atılan atom bombaları sonrasında Amerikan yönetiminin “Bu, tarihte organize olmuş bilimin en büyük başarısıdır” açıklaması, işin bu yönüyle ironik tarafını ortaya koyuyor.
Herhangi bir güçle ilişkisi olmayan sıradan insanlar, savaşların, politikacılar ile para babası şirketlerin ve bunların kirli çıkarları ekseninde dönen kirli ilişkilerinin ürünü olduğunu düşünürler. Bu yaygın bir inanıştır. Oysa bu gerçekle örtüşmeyen o kadar çok veri var ki, şahit olunca insanlar yakıp yıkmaya meyilli hayvanlar deyiveriyorsunuz. Mesela çocukları ile birlikte ailece sinema izler gibi askeri şovları izleyenleri anlamakta güçlük çekiyorum. Bu insanlar, attıkları bombalarla insanı paramparça eden, yeryüzünü yakıp cehenneme çeviren, gökyüzünü ise simsiyah dumanı ile boğan o uçakların, tankların gürültülü ve şatafatlı her bir manevralarıyla orgazm olmuş gibi neşeyle çığlık atıp gülümseyebiliyorlar. Zaten deniyor ki; savaş yetkisini, biz halk tarafından seçilmiş halkın temsilcileri, yine halk adına kullanıyoruz. Medya ile manipüle edilip 4 yılda bir hatırlanan halk, para babası sermayenin kullandığı kukla temsilciler ve kapitalizmin şirin maskesi demokrasi…
The Cranberries - Zombie
Culture - Stop The Fussing And Fighting