11.03.2010

Kaka Düşerken

Milan’da iken topu alır rüzgar gibi akardı bir kaç çalımdan sonar da harika şutunu yollardı kaleye. Kimisini takar, takamadıklarından dolayı kötü hissetmez bir daha denerdi. Sahanın kralıydı zaten. Kimse de hesap sormazdı, ya da hesap verme ihtiyacı hissetmezdi.

Real Madrid’e geldikten sonra, 94 milyon Euro’luk Ronaldo’nun baskısını hep tepesinde hissediyor. Kötü şut çektiğinde o da forvet oynadığından hep pozisyonun içinde bulunan Ronaldo’ya eliyle, yüzüyle, gözüyle “pardon” çekiyor. Şut çekmekten zaman zaman sakınıyor. “Ronaldo nerede?” diye bakınıp pas vermeye çalışıyor. O delikanlı çocuğun pek bir ağırlığı kalmadı. Düşerken bile garibanca düşüyor. Bizi de kaba tabirle “piç” karakterli Ronaldo’ya karşı mağlubiyeti kabullendiğinden üzüyor. Ronaldo ise gayet rahat, topu istediği gibi kullanıyor ve pişmanlık hissetmiyor hiç.

Velhasıl Kaka düşerken(hem fiziksel hem psikolojik) pek bir acı oluyor. Temiz yüzlü Kaka: Daha fazla çaba ve kendine güven lütfen.

9.03.2010

Before Sunrise & Before Sunset

Before Sunrise 1995 yapımı bir film. Amerikalı bir genç Avrupa’yı gezerken bir trende bir kızla tanışır samimi bir sohbete başlarlar. Ancak Viyana’da inmesi gerekmektedir. Çünkü ertesi sabah erkenden Amerika’ya uçağı kalkacaktır. Kızı o gün ve gece boyunca birlikte gezip sabah ayrılmaya ikna eder. Derken film başlar. Hayata, aşka, zarta, zurta dair her şeyden konuşmaya başlarlar ve bir yandan da Viyana gezmektedirler.

Tarzı oldukça farklı ve eğlenceli bir film. Filmin tamamı diyaloglarla geçiyor neredeyse. Biz de böyle şeyler yapsak dedirtiyor insana. Yapılan sohbet de ilgi çekici/farklı olunca insanı içine çekiyor. Filmde masraf gözükmediğinden çok az para harcayıp parayı kırmışlardır diyordu ama Wikipedia’da yazan doğruysa 2,5 milyon dolar bütçesi varmış. Neye gittiyse artık! 5,5 milyon da kazanmışlar diyor artık ne kadar gerekli bir bilgiyse.

Before Sunset ise 9 yıl sonra(2004) aynı oyuncularla çekilmiş devam filmi. Neyin devamı olduğunu ilk filmi izleyince anlıyorsunuz. Birinci filme oldukça benzer bir şekilde sadece yoğun diyaloglarla geçiyor. İlk filmi izleyenin ve beğenenin kaçırmaması gerektiğini söylemeye de gerek yoktur herhalde.

4.03.2010

How to Meet a Perfect Neighbor

İlk Kore dizimi hayırlısıyla bitirmiş bulunuyorum. Bir alt postta zaten Kore dizilerinin genel yapısından bahsetmiştim. Tek sezonda bitiyor olması, dizinin gereksiz dallandırılıp budaklandırılmaması ve iyi bitecek her şeyden önce izleyiciye acı çektirme alışkanlığı olmaması gibi sebepler yeterince tatminkâr. Bunların üzerine güzel bir senaryo da konuldu mu beğenmemek için pek bir neden kalmıyor açıkçası.

Yine aşağıdaki postlarda değindiğim Atsu-hime’den sonra attan inip eşşeğe binmek gibi olduğunu kabul etmeliyim. Ama bu “How to Meet a Perfect Neighbor”un kalitesizliğinden değil Atsu-hime’nin aşırı kalitesinden kaynaklanıyor daha çok. Çünkü bir süre geçtikten sonra bu diziye de kendimi kaptırmadım değil.

Genel anlamda Korelileri, davranışlarını ve kültürlerini çok sempatik bulduğumu belirtmeliyim. Bunun için günlük hayatın içerisinde çok yer aldığı dizi ya da film de haliyle sempatik geliyor bana. İzlerken huzur veriyor insana. Belki de en çok sevdiren yönü budur, bilemeyeceğim.

Bu dizi özeline gelirsek, 20 bölüm süren belli bir yerinden sonra klasik zengin erkek-fakir kız ilişkisi odaklı devam ederken çevredeki insanlarla olan ilişkileri de anlatılıyor. Bazı karakterlerde dizi boyunca devam eden değişimi gözlemleniyor. “Vay be nereden nereye geldik” demedim de değil. Bunlara paralel giden ve haliyle ilgili olan bir de polis araştırması var. O kısım polislerdeki Amerikan geyikleriyle oldukça hoş sürüyor. CSI’ydan bahsedip duruyor elemanlar. Bunlar mı çok amatör, Kore polisi mi dandik pek anlayamadım.

Neyse efendim Koreliler de, dizileri de, filmleri de güzeldir; izlemek lazım. Bitirirken belirteyim ki eğer sempatiyi güzelliğe dâhil edersek –ki ben ediyorum- Koreli kızlarla yarışacak çok az millet var kesinlikle.

2.03.2010

Diziler Üzerine

Kore’den devam ediyoruz. Zaten önümüzdeki birkaç ay boyunca Uzakdoğu dışında pek fazla film/dizi izleyeceğimi de sanmıyorum. İlk Kore dizimi izledim ama diziyi izlerken, arada internete ne var ne yok diye bakınca biraz bilgi de edindim. Adamların dizi mantığı süper. Haftada iki gün yayınlanıyor ve neredeyse dizilerin tamamı tek sezonda bitiyor ve 20 bölümü geçmiyor. Haftada iki bölüm yayınlandığından en fazla 2-3 ayda bitiyor anlayacağınız. Bu da demek oluyor ki dizinin reyting durumuna göre diziyi uzatma, bir taraflarını yamultmak yok. İdeal dizi nasıl olmalıysa öyle yapılıyor. Bu kadar kısa sürede geri dönüşlere göre dizide büyük bir değişiklik yapılamayacağını varsayarsak kaç bölüm olacağı ve senaryosunun planlı bir şekilde kararlaştırılıp değiştirilmediğini varsayabiliriz.

Zaten dizilerin en önemli problemi reyting yaptığı için uzatma çabası. Belki de tek sezonda bitse gelmiş geçmiş en iyi dizi olabilecek Prison Break uzatma uğruna pek de iyi hatırlanmayan bir dizi haline haldi. Dizi konusunda facia olan ülkemize dönersek ve genel planın çok da önemli olmadığı komedi dizilerini bir tarafa koyarsak, Kurtlar Vadisi’nden sonra ilk defa kurgusu düzgün bir dizi (Ezel) yaptılar. Ama onu lüzumsuz lüzumsuz o kadar uzatıyorlar ki çekilmiyor ve bıraktık haliyle. Biraz düşününce ne kadar da fazla benzer ve gereksiz sahne olduğunu fark ediyorsunuz. Dayı’yı çıkar bi bok kalmaz af edersin filmde artık. Biz televizyondan takip eden insanlar değiliz, onun için toplam ne kadar zamana yayıldığı çok önemli olmasa da her bölüm uzun olsun ve dizi çok sürsün diye katledince bilgisayar başında da olsan çekilmez. Televizyon başındakiler neler çekiyor demek ki.

Bir de benim dizilerde en sevmediğim şeylerden birisi bir karmaşa, gizem bulundu mu onun iyice içinden çıkılmaz hale getirilip hem gerçeklerden çok uzak senaryo yapılması hem izleyene haz vermek yerine sinir etmesidir. Dexter’i çok sevmemin sebeplerinden biri budur. Esas oğlanımız zaman zaman problem yaşasa da genelde ayakları yere sağlam basar, sürekli olarak diken üstünde gezmez. Zaten her an işi bitecek şekilde yaşayan adamın da ömrü uzun olmaz. Adamlar öyle senaryolar yapıyorlar ki “Hacı aslında bu işin içinden çıkılmaz ama bu film işte, onun için çıktık, sen de anladın zaten” demelerinden gerçekten de bir farklılık göremiyorum. Ben böyle enayi yerine konmak istemiyorum ve bunu kabul de etmiyorum. Siz de etmeyin J Bu bazı filmlerin de problemidir ama neyse konu o değil şimdi.

Sözün kısası dizi dediğinin başlamadan kaç bölüm süreceği planlanmalı, bir bölümü bir buçuk saat gibi zamanlara ulaşmamalı ve senaryosu ne çok gereksiz karıştırılarak sıkıntı vermeli ne de izleyiciye “yok artık, bu kadar da olmaz” dedirtmeli. Ben dizilerin böyle olması gerektiğini düşünürdüm ama pratikte böylesi neredeyse hiç yoktu. Daha doğrusu yok sanıyorduk, varmış, Kore’de mantık böyle işliyormuş. Çok şükür. Zaten sinema sektöründe çok iyi olan adamlar -bana göre- ideal dizi de çekince tam bir hazine sunmuş oldular. Japonya’da falan da böyleyse ömrümün geri kalan kısmında sıkıntı çekmem artık. Aslında ilk izlemiş olduğum Kore dizisi “How to Meet A Perfect Neighbor” dan bahsedecektim ama artık sonra yazarız onu.