24.02.2010

ATSU-HIME #2

Tamamını da bitirdik. Bir alt postta bir karakter etrafında diyerek biraz eksik belirtmişim. Bir karakter merkezli çok sayıda insan etrafında geçiyor. Yani ayrıntılı işlenen karakter sayısı da bir değil, çok daha fazla.

Şimdi popüler Hollywood dizilerini de izleyen bir insanım ama şunu kabul etmek gerekiyor ki, Lost’u ya da How I Met Your Mother’ı ne kadar beğensem de izlemeseydim hayatımdan çok bir şey eksilmeyecekti. Ama Atsu-hime’yi izlemem bana çok şey katmıştır, o kesin.

Öncelikle hikayenin tarihi geçeklere dayanıyor olması ve ayrıntılarının çoğunun gerçek olması —bölüm sonlarında günümüz penceresinden kısaca değinilmesinden anlıyoruz diziye çok daha farklı bir gözle bakmanızı sağlıyor. Ciddi anlamda Japonya tarihi ve kültürü hakkında bilgileniyor, meraklanıyorsunuz. “Yok be, bu da saçma” demiyor, diyemiyorsunuz çünkü ana hattı gerçek. Daha çok dizinin sonlarında olmak üzere Japonya'yı alıp bir yerden başka bir yere getiriyorsunuz ayrıca.

İnsan faktörünün çok ön planda olması belki de insanı diziye çeken en büyük etken. Alttaki yazıda da bahsetmiştim, “acaba şimdi ne olacak” düşüncesi çok ger planda kalırken, neredeyse hiç sıkılmadan hep bir devam etme isteği uyandırıyor. İlk 4-5 bölümde Japonya’ya çok alışık olmadığımızdan diziye ısınmada sıkıntı çekilse de sonradan şiddetli bir bağlılık oluşturuyor.

Öğrendim ki Son Samuray (The Last Samurai) filmi de dizideki ve gerçekteki Saigo karakterinden yola çıkılarak çekilmiş. Dizinin sonları o filmde anlatılan tarihi içeriyormuş. Şimdi bi daha farklı bir gözle izlemek lazım o filmi.

Not: İngilizce altyazılı olmak üzere dizinin rapidshare/megaupload linkleri burada.

19.02.2010

ATSU-HIME

Son zamanlarda çok fazla Kore sinemasından takılıyorum. Japonya da pek uzak sayılmaz oraya. Atsu-hime diye bir diziye başladım. Japonya’nın 1850’li yıllardaki gerçek tarihini bir şahsın etrafında anlatıyor. Dizi 50 bölüm. Ben henüz üçte birini bitirdim ama şimdilik çok beğendiğimi de söyleyebilirim.

Bu dizi klasik Amerikan dizilerinden oldukça farklı. Öyle şimdi ne olacak, sonu nasıl bitecek gibi endişelere vs. kapılmıyorsunuz. Genel hikâyeden tamamen bağımsız bir şekilde insana sürekli bir memnuniyet veriyor. Yavaş ilerliyor ama izlerken kesinlikle sıkmıyor, küçük ayrıntılardan tat almamızı sağlıyor. Belki daha önce eski Japon kültüründe çok film izlemememin de bunda etkisi olabilir ama izlediğim kadarında bir pişmanlık duymadığım gibi kalan kısmını da izleme arzusu duyuyorum.

Diziye ilk başta alışmak gerçekten zor oluyor. Hem Japon tarihinden bihaber oluşumuz hem de karakterleri birbirinden ayrıştırma sıkıntısı dizinin içine girmekte insanı zorlayabiliyor. Dillerine yabancı olduğumuz için farklı isimler hafızada pek kalmadığı gibi muhtemelen o zamanın geleneği olan standart kıyafetler ve saç traşları karakterlerin birbirinden ayrışmasını zorlaştırıyor. Alıştıktan sonra ise bunlardan dolayı bir pişmanlık duymadığımı söyleyebilirim.

Film eski Japon kültürüyle ilgili baya bir bilgi de veriyor. Sınıf/seviye farkının batıdakine kıyasla daha bir sert olduğu gözüküyor. Sert derken daha bir net çizgilerle ayrılmış olduğunu kastediyorum. Arasında biraz fark olan bir aileye/kişiye karşı standart olan yarı secde pozisyonunda çok yüksek saygı gösteriliyor, ne denirse eyvallah çekiliyor.

Japon hatunlarının en başta yukarıdaki şahıs Koreliler gibi güzellikleri bir yana geleneksel kıyafetleri içerisinde ayaklarını yere sürterek gıdım gıdım ilerlemeleri de pek bi sempatik.

Belki tamamını bitirince bir şeyler daha karalarız efendim.

18.02.2010

Futbol Profesörü Guus Hiddink




Sabah işe geldiğimde her zamanki gibi güne spor haberleriyle başladım.Ntvspor'da Milli takımın Guus Hiddink'le anlaştığı yazılmıştı. Medyada uzun süredir gündemde olan isimdi aslında.İsim Hiddink olunca ister istemez tereddüt ediyor insan, doğrusu çok da inandırıcı da gelmedi. Ta ki durumun ciddi olduğunu anlayana kadar. Sonra birçok haber sitesinde manşetten duyuruldu, ama iş resmiyete dökülmeden yine temkinli davranmaya çalıştım. Hiddink'in Türkiye'ye geleceğini hiç düşünmezdim, çünkü daha önce burda kısa bir deneyim yaşamış ve bu deneyimi de pek tatsız bitmişti. Belki de bu tatsız filmi iyi sonlandırmak isteği buraya gelmesi için bir sebep teşkil etmiştir. Şimdi klasikleşmiş olan geçmişe bir göz atalım.

Guus Hiddink 8 Kasım 1946 doğumlu, futbol hayatı teknik adamlık kariyerinin gölgesinde kalanlardandır. Futbol kariyeri çoğunlukla De Graafschap takımında geçmiş, bu kulüpte futbola başlayıp sonra PSV'nin de içinde olduğu birkaç kulüp değiştirip başladığı yerde aktif futbolculuğunu noktalamıştır. 1982'de De Graafschap kulübünde antrenörlük yapmaya başlamış, sonra 1984-1990 yılları arasında PSV'de önce yardımcı antrenörlük yapıp sonra kulübün teknik patronu olmuştur. 1987-1990 yılları arasında PSV takımını yüzde 68.93'lük gibi bir kazanma oranı ile 3 yıl şampiyon yapıyor, ayrıca 1988'de kulübünü Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu yapma başarısını gösteriyor. O dönemde Hiddink tüm Avrupa'da büyük bir saygınlık kazanıyor. Sonra Fenerbahçe kulübü büyük bir başarıyla Hiddink'i kulübün başına getiriyor. İki sezon kulübü çalıştıran Todor Veselinoviç ile yollar ayrılıyor ve Fenerde yeni bir dönem başlıyor. Fenere gelişini daha sonra Hiddink kendi kitabında şu cümlelerle anlatıyor : " PSV ile yolları ayırdıktan sonra Fenerbahçe yöneticileri ile Düsseldorf’ta buluştuk. Belçika’dan Mechelen de beni istemişti, ancak Fenerbahçe’nin İstanbul’daki 4 maçını izledikten sonra çok etkilendim. PSV’den 250 bin mark alıyordum. Başkan Metin Aşık 800 bin mark ödemeyi kabul edince zaten teklifi geri çeviremezdim. Ayrıca bana boğaz manzaralı bir villa tahsis ettiler. Villada 2 misafir odası, 2 banyo, 6 yatak odası, yüzme havuzu ve bahçede tenis kortu vardı. Bunun yanısıra lüks bir otomobil ve Hollanda’ya gidiş-dönüş bir çok uçak bileti vardı. Herşey dört dörtlüktü. Para işleri için komşum Frits Pauw’u getirdim. Kontratımızı noterin tasdik etmesi gerekiyordu. Bize “Noter Galatasaraylı olsun ki, bir sorun yaşadığınızda sizin hakkınızı seve seve korusun ve paranızı alsın'' dediler. Ezeli rekabetle böylece tanıştım..." Fenerde çok kötü bir hazırlık dönemini geçirdikten sonra ligdeki ilk maçı olan Aydınspor karşısına çıkıyor. Aydınspor 1. lige ilk kez çıkmış bir takım ve maç Kadıköy'de. Bu maça Rıdvan, Aykut, Semih Yuvakuran, Schumacher'siz çıkan Fener galibiyetten yine emin gibiydi. Maçın hakemi Erman Toroğlu ve Fener bu maçta lig tarihinin en ağır mağlubiyetini alıyor 6-1. Bu maçın etkisini sezon sonuna kadar da hissettiler. Ertesi gün basında neler olup bittiğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek, sonraki gün Milliyet'te Şansal Büyüka maç değerlendirmesinde, "Hiddink'le bu iş yürümez..." başlığı ile "Daha ilk günden kişisel bir kanımız var: fenerbahçe hiddink’le yürümez. Hele 3-5-2 ile hiç yürümez.....Kim, kimi yaratmış acaba? Van Breukelen, Gerets, Koeman, Lerby, Vanenburg, Romario, Gilhaus, Van Aerla gibi dünyanın en büyük yıldızlarının olduğu takım mı Hiddink i yoksa Hiddink mi bu takımı yarattı? Bu PSV’yi kim çalıştırsa fazla bir şey değişmeyecek. Hiddink in kafasıyla Fenerbahçe hiçbir iş yapmaz..." Daha ilk maçta ağır bir yenilgi ve tabi sabırsız insaınımız dengesiz tepkisi Hiddink'i epey sarsmıştır. Sonraki dönemde bu durumu "Otobüsün perdelerini kapattık ve ölüm sessizliğine boğulduk" diye ifade eder. Tabi bu durum o zamandan bu zamana spor yazarlarında da büyük bir çağ atlayışın ibretlik örneği, en azından şimdi 5-6 hafta sabrediliyor. Fener o sezon savunmasında büyük zaaflar yaşıyor ve tarihinin en kötü sezonunu yaşıyor, Trabzonspor'a 3-0 yenilince ligin bitimine 8 hafta kala Hiddink'le yollar ayrılıyor. Sonra Hiddink sırasıyla Valencia(1991-1994), Hollanda Milli Takımı(1994-1998), Real Madrid(1998-1999), Real Betis(2000),Güney Kore(2000-2002),PSV(2002-2006), Avusturalya(2005-2006) ve Rusya(2006-2010) çalıştırıyor. İki Real dışında gittiği tüm takımlarda da çok olumlu izler bırakıyor. Hiddink gittiği her klüpte babacan tavırlarından ötürü futbolcular tarafından çok sevilmiştir, ayrıca başarısından dolayı taraftarlar da deyim yerindeyse bağrına basmıştır. Ona özel tezahüratlar yapmışlardır. Geçen sezon Avram Grant yerine geçici olarak Chelsea'yi çalıştırırken efsaneleşen Barcelona'ya ecel terlerini döktürdü ve kesinlikle turu hakketti ancak bir son dakika golü ile elenmişti. Chelsea'den ayrılırken başta Drogba, Lampard ve Terry olmak üzere tüm futbolcular gitmemesi yönünde istek ve açıklamalarda bulunmuşlardı. Yine Rusya'ya üst düzey bir başarı kazandırmasına rağmen Dünya kupası play-off'larda Slovenya gibi bir vasat takıma elenmesine karşın, taraftar birçok eleştiriye rağmen Hiddink'in gitmemesi için çeşitli kampanyalar düzenledi hatta bu amaçla özel siteler yaptılar.



Neyse gelelim Türkiye'ye. Bana göre bu sezon artık futbolumuzda yeni bir dönem başlamıştır. Önce sezon başında Frank Rijkaard getirildi, şimdi Hiddink. Eğer sabredersek kesinlikle çok iyi olacağına inanıyorum, açıkçası daha önce hiç bu kadar iddialı da olmamıştım. Ama bu topraklar birçok garipliklerle karşılaşmış, akıl mantıkla izah edilemeyen türden. Tarihinin en şanlı sezonunu yaşatan ve en iyi futbolunu oynatan Zico bir çırpıda kovuldu, Del Bosque gibi bir adama sadece birkaç hafta sabredildi. Hiddink'i isteyen belki de kendilerine geleceklerine bile inanmayan dünya devleri Juventus, Milan, Livepool(telegraph'ın haberine göre) gibi takımlar varken milli takıma getirilmesi kim ne derse desin TFF adına büyük bir başarı, bu yüzden kendilerine içten bir teşekkürlerimi sunuyorum. Şimdi biz futbolseverlere düşen sonuna kadar desteklemek, evet belki EURO 2012'ye bile gidemeyecez ama bundan emin olabiliriz, gitmememiz tamamen şansızlık olacak, gitmemiz de şans eseri olmayacak ve milli takım bir kişiliğe bürünecek. Burası çok önemli, çünkü bizim takımdan daha dengesiz takım da yeryüzünde yok herhalde, ne zaman ne olacağını tahmin etmek olanaksız. Ezcümle diyeceğim o ki milli takıma bu işin piri, bir futbol profesörü getirilmiş bulunmaktadır. Umarım bunun keyfini fazlasıyla yaşarız.

Çok uzattım biliyorum ama FourFourTwo'da Hiddink'le yapılmış bir röportajı da paylaşmak istiyorum.

Is there any formation you feel is more efficient than the rest?
4-4-2, 3-5-2, 4-3-3… whatever formation you end up playing, for me it is always a question of what you do as a team and, as a consequence, how individuals interact: what position you take when you have the ball, your first intention when you’re in possession. These are the key elements for a football team, not formation as such.

So, do you fit players to formations, or formations to the players?
For sure, the formation I use depends on the players I have. If I play with one striker it doesn’t mean I prefer one striker. If I have three good strikers I’ll try to use them all.

How and when do you decide to play three or four at the back?
It depends on the opponent – and then on the defenders and their habits. If, for example, as youngsters they were used to playing three at the back, it can be hard for them to fit into four at the back.

For some players it really is a big problem to change from one formation to another. You have to be very careful if you want to change things radically, especially with the national team – when you don’t really have enough time to practise a lot or teach them how to play differently from what they’ve been used to playing at their clubs.

At PSV in 2005, you gambled against Milan in the Champions League semi-final second leg. Gordon Strachan said that display was as tactically brave as he’d seen. You almost played without a left-back at times. What are your memories of that game?
It was a fantastic game. I changed the formation a little bit when we played them again in the group stage of the following campaign a couple of months later. I put the youngsters in. One of them – Ismael Aissati – was only 17 years old, and he did very well. You shouldn’t be afraid to bring in youngsters. If a player is well prepared technically and physically, don’t be afraid to field him just because of his age. You must show players you are confident in them.

Which players that you’ve worked with have impressed you most in terms of pure talent?
There are several. Predrag Mijatovic was very talented, and Dennis Bergkamp. But the most interesting player I’ve worked with is Romário. He was the kind of guy who scored goals easily and always promised to score. Before crucial matches, when you’re a little bit nervous, he’d come to me and say: “Coach, tranqilo [relax]. Romário will score, and we will win.” And he would. Not every time, but in eight out of ten games like that he’d score the winner.

And in their application and hard work?
All the Koreans – but even more so Jaap Stam was very committed, and Philip Cocu was quite perfect. I think he’ll become an outstanding coach. A third one is Alex during my PSV times.

What disappoints you most in a player?
When a player isn’t real in the game. For example if he makes a lot of fast movement but doesn’t receive a pass – and starts blaming the other players for mistakes they’ve made. I have some names in my head. These players think they are much better than they really are. That’s what disappoints me.

Which coaches did you look up to?
Ernst Happel. I met him a few times. He was very demanding of his players and yet very friendly with them at the same time. He was a very good person. Players liked to work with him, and practically all the teams he coached enjoyed success.

No Dutch side has made an impact in Europe since PSV in 2005. Why do you think that is?
We have less quality at the moment. At Ajax and Feyenoord, no big players have been brought through in recent years. There are some gifted players, but not enough to have success in the Champions League. If we work hard on an educational level, the good times will come back.

You have coached at three World Cups. What are your best memories?
I had a terrific Netherlands team at France 98. They played football that was recognised around the world. I enjoyed working with them. Then, in 2002, I had a miraculous Korean team. Our year of very tough training paid off. Australia was a specific case. When I got there, they had no confidence whatsoever, they were totally down.
Australians are normally totally different, a fighting nation, but I found no confidence in the team. So I challenged them. Mark Viduka said to me: “Coach, why are you doing this? You could spoil your reputation.” I said that if he didn’t start working hard right then, he’d spoil his own reputation, not mine.

10.02.2010

Galatasaray:3 Antalya:2 || Ulan Sarp.!

Caner Erkin veya Emre Çolak sahaya çıkabileceği müddetçe bu haliyle Giovani’nin sahada geçirdiği bir dakika bile Galatasaray’a zarardır. İkisi de ondan daha fazla katkı sağladığı için hak ediyorlar. Alışma dönemi vs. denebilir ama mümkünse antrenmanlarda alışsın. Bizim maçlarımızın çok daha önemli gayeleri var. Bu maçtan sonra Rijkaard umarım kenara çeker Giovani’yi.

Caner’e de helal olsun! Sesini çıkarmıyor ama oynadığı futbolla en güzel şekilde durumu ifade ediyor, ileride oynaması gerektiğini gösteriyor. Enerjisini sonuna kadar kullanırken bir yandan da futbol adına hep doğruları yapıyor.

Caner gibi Emre Çolak’ın da bu takımda büyük geleceği var. Kesinlikle çok yetenekli ve faydalı ama kendisini biraz fazlaca göstermeye çalışıyor sanki. Daha kontrollü oynar ve üst düzey futbol için asıl gereklilik olan mental yapısını geliştirirse yeni bir Arda Turan daha kazanabiliriz.

Hayatta en nefret ettiğim şey bir insanın kafasının pek çalışmamasıdır ya da salaklıktır diyelim. Tamam, Mustafa Sarp ve Mehmet Topal topu kapmak için iyi mücadele veriyorlar ama topu aldıktan sonra nereye pas verecekleri konusunda doğru düzgün fikir sahibi olmadıkları yetmiyormuş gibi boşta adam varken topu ayaklarında geveliyorlar uzun süre. Özellikle Necati’nin attığı ikinci golde kale boşken kalenin olduğu taraftan değil de öteki taraftan baskı yapmanın tek açıklaması kafanın yeterince basmamasıdır. Zaten Ayhan yavaş yavaş emekliliğe doğru yol alırken bu adamlar da böyle olunca hiç çekilmiyor. Bol bol aktif pas idmanı yapmalılar.

Maçın hakkı kesinlikle çok daha farklı bir skordu ama Mustafa Sarp sağ olsun. Necati’ye karşı golde rezil bir savunma yaparken kaçırdıklarıyla da elenmemizin baş müsebbibi oldu. Gio, Sarp ve Topal haricinde takım çok iyi oynadı ve sonraki maçlar için umut verdi, onu da belirtelim.

8.02.2010

Dexter

Dexter güzel dizidir. Belki süper hadiselere rastlamıyorsunuz ama her zaman belirli bir kalitenin üstünde devam etme garantisi veriyor. Senaryoyu gereksiz yere çok dallandırıp budaklandırmamaları izlerken alınan hazzı da artırıyor.

Lost, Prison Break ve benzeri dizilerde her sezon bitiminde kafanıza yığınla yeni soru dolduruluyor. Sonraki sezon da doğru düzgün cevaplamadan bir o kadar soru daha ve sonraki sezona umutlar diye gidiyor. Dexter’ın öyle bir derdi yok. O sezon içerisinde olan oluyor, bitiyor. Varsa bir problem çıkaran adam öteki sezona bırakılmadan bir güzel temizleniyor. İzleyen ben de tatminkarlık duygusuyla bilgisayarımı kapatıp huzurla uyuyabiliyorum.

Bilmeyen için: Dexter denen adam pek fazla insanı duygusu olmayan ve cinayet masasında çalışan bir kan uzmanı. Bir şekilde suçlarından emin olduğu adamları muhtemelen yargıda yeterince ceza almayacaklarından dolayı kendisi öldürüyor, kesip doğruyor ve kimsenin bulamayacağı denizin ıssız sularına bırakıyor.

İnsanları öldüren suçlu adamların yasal olmayan yolla kesip doğranmalından haz almak acaba kötü bir karakterin mi işaretçisi, bilemiyorum. Ama her bir kötü adamın doğranıp cesedinden kurtulunması beni mutlu ediyor ne yalan söyleyeyim.

Yabancı dizi takip edenlerin bence kesinlikle izlemeleri gereken farklı bir senaryoya sahip bir dizi Dexter. Hep beraber içimizdeki canavarı ortaya çıkaralım J

Grup Birincisi !?!?

Malum Euro 2012 elemeleri kuraları çekildi. Hemen yorumcularda işbaşı yaptı. Yok efendim Almanya’yla çekişiriz, birinci olabiliriz vs. Nereye birinci oluyorsun diye sorarlar adama.

Şimdi efendim Almanya dediğimiz 1970 senesinden beri -yani 40 yıldır- yapılan bütün turnuvalara katılmış. İstisnası yok. Elemelerin neredeyse tamamına yakınını da lider olarak bitirmişler. Zaten Almanların aşırı disiplinli oldukları ve kendinden zayıf takımlara karşı çok zor puan kaybettiklerini biliyoruz.

E daha ne konuşuyorsunuz? Bu adamlar bu grubu birinci bitirecek. Kabak gibi ortada! Biz de Belçika ve Avusturya’yı aşıp toparlanırsak ne ala.

Tarihimizde hangi grubu birinci bitirmişiz? Bakıyoruz, yok öyle bir şey. Ama her kuradan sonra neden birinci olmayalım geyiği. Neden olalımın cevabı da yok aslında. Organize top oynamıyoruz, onun için olamayız. Almanya ile yapılacak iki maçta 4 puan alabiliriz belki ama alsak dahi diğer takımlara karşı bizim kaybettiğimiz puanları onlar kaybetmeyeceğinden gene arkalarına düşeriz. Nitekim Euro 2000 elemelerinde gerçekleşti de bu.

Bir de grubu neden birinci bitirmeyelim adamları grubun en dandik takımı için “Kazakistan da çok fizikli top oynuyor dikkat edelim” diyorlar. Almanya’nın neden grubu önümüzde bitireceğinin cevabı kendi açıklamalarında var ama mal olmak ya da popülist olmak bu gerçeği saklıyor herhalde. Almanya’nın 5-6 atacağı tamını nasıl yeneceğiz diye tartışıyorsak kalitemiz de bellidir.

6.02.2010

Giovani Adam Ol!

Sahada üç tane iyi adam vardı: Arda, Neill ve Emre Güngör. Arda her zaman iyi zaten. Ama santrafor oynaması gol getirmesine yetmedi.

Özellikle Emre Güngör’ü çok beğendim. Kendisinden daha uzun olan Makukula’ya hiç kafa topu vermedi. Ağır kalmadı ve hata yapmadı. Bugün Servet’in yerine bilinçli bir tercih gibi duruyordu ve hakkını da fazlasıyla verdi. Sağlam bir Emre Güngör’ün bu takıma vereceği çok şey var.

Neill devre arası yaptığımız en iyi transfer olduğunu çok net gösterdi. Top oyuna nasıl sokulur, nasıl paslaşılır, risksiz alana nasıl gönderilirin dersini verdi. Tekniğinin ve oyun zekasının da bizdeki bütün defansif orta sahalardan iyi olduğunu da görmüş olduk.

Kötülere gelince,

Evet erken, hala da umudum var ama uzun bir süre bize yüksek performansı sağlayamayacağı belli olan bir futbolcuyu, Giovani Dos Santos, sanki Kewell’ın ikizini almışız gibi bilmem kaç bin kişinin havaalanında karşılanmasını garipsemiştim. Bugün de görmüş olduk. Bu adam çok kısa Barcelona serüveni hariç bir şeyleri ispatlamış değil. İnşallah iyi olur ama iki ay kadar yüksek performans beklemek hayalcilik olur. Sol beki kotaracak bir adam oraya konsa da Caner’i ileri alabilsek keşke tekrar. Caner o kadar sinirlendi ki herhalde maçın son bölümünde Gio’ya önünde oynamasına rağmen hiç pas vermedi neredeyse.

Mehmet Topal kardeşimiz topla hızlı düşünmeyi ve pası nereye atması gerektiğini öğrense iyi olur, yoksa böyle giderse yedek kulübesinin müdavimi olur.

Uğur Uçar’ı çok seviyoruz, kendisine gelmesini bekliyoruz. Sabri Sarıoğlu’nun sadece boş koşan dam olmadığını bazıları görmüştür artık.

Yine de iyimserim ben. Gio oynamazsa ve Keita kafa olarak Türkiye’ye dönebilirse takım iyi top yapabilir.

4.02.2010

Yeni Forvet Hattı

Galatasaray kadrosunun ilk yarıdaki hücum üçlüsünün ideali neydi? Keita-Baros-Kewell. Yeni gelenler de Jo ve Gio. Milan Baros hem bitiricilik hem de takımdaki diğer futbolcularla anlaşma/paslaşma açısından Jo’dan zaten daha iyiydi bundan sonra da iyi olacak. Topu alıp 20-30 metre sürüşü yeter zaten. Takımı tek başına hücuma çıkarıyordu adam. Tamam Jo da iyi futbolcu ama Baros kadar değil.

Gio’nun ilk parladığı sene izlerdim Barcelona maçlarını. Çok teknik, yüksek potansiyelli birisi. İşleyen bir takım olduğunda hücumda güzel şeyler yapabiliyordu. Lakin hepi topu bir sezon bile değildi. Yeni parlayan oyuncuların insana olduğundan daha kaliteli gözüktüğü de bir gerçek. Bunu devam ettirmesi gerekirdi ama Totenham’a gittiğinden beri çok istikrarsız bir adam. Tek başarısı Gold Cup(Kuzey Amerika Şampiyonası)’ta turnuvanın adamı seçilmesi. Gelgelelim Gold Cup’ta Meksika ve ABD’den başka adam gibi takım olmayınca şampiyonun en iyi oyuncusu alıyor ödülü. Meksika’nın göz önündeki adamı olduğundan çok abartılacak bir durum değil. Ha bu adamın potansiyeli yüksek, Rijkaard’ın elinde mühim işler yapabilir ileride. Fakat yerine oynayacağı adam Kewell olunca orada biraz durmak gerekiyor. En az bir senesi var Kewell gibi bir adam olabilmesi için. Olur mu? Muamma…

Gelmek istediğim nokta Baros ve Kewell dönene kadar oynayacak hücum hattı ondan iyi olmayacak. Onun için taraftarın fazla coşması saçmaydı. Kaliteli alternatif anlamında takımda bir gelişme oldu ama sahaya çıkacak 11 oyuncunun kalitesinde bir artma yok. Kewell ve Baros sakat olduğu için sadece geçici olarak söylenebilir sadece.

Kewell ve Baros dönünce, yani yaklaşık iki ay sonra, işte o zaman takım çok güçlü olacaktır. Şimdilik Yallah Keita Yallah!!!