İnsanın çevresine uyum sağlaması ve değişikliklere adapte olma süresi 3 haftaymış. Yeni yerimde 3. haftamı geçiriyorum. Bu süre içerisinde yaşadıklarımı, hissettiklerimi, okuduklarımı ve yine okuduklarım ışığında kusma zamanı geldi sanırım.
Buraya gelmem çok hızlı gelişti ve üstünde çok fazla düşünecek zamanım olmadı, dolayısıyla hala verdiğim karar üstünde düşündüğüm oluyor. Böyle durumlarda sular durulduktan sonra kararının isabetliği görülür. Hazırlıksız değişimden ötürü, toplum içindeki işlevimi yürütmeme yardımcı olan, bilinen psikolojik ipuçlarının birden tümüyle ortadan kalkması ve yerlerini kısmen yabancı, anlaşılmaz olanların alması sonucu oluşan bir şaşkınlık var hala üstümde. Örneğin akraba ilişkilerimizin Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinden daha karmaşık bir halde olduğunu gördüm. Uzakta olunca yozlaşmış bu takım ilişkilerin bir parçası değilsin ama burda bundan kaçınmak çok zor, onu anladım. Böyle anlarımda sığındığım liman Fransız sosyoloğu Alan Touraine'in "Bir değişim yapmış ve içinde bulunduğu topluluğa daha az bağlı kişiler, yeniden taşınmaya hazır kişilerdir" sözüdür.
Kendimi bildim bileli göçebe bir hayat yaşıyorum. İlkokulu bitirdikten sonra çantamı alıp evden çıkışımla, o diyar senin bu diyar benim dolaştıktan sonra çemberi tamamlayan manevrayla, başladığım noktaya geldim. Babam ve Oğlum filmindeki Sadık'ın "Ne oralı olabildim ne de buralı" lafı benim durumumu özetleyen laf oldu. 21. yüzyılın göçebesi...
Geçmişin göçebesi, soğuk ve sıcakta yol alır, açlık onun peşini bırakmazdı. Deriden çadırını, ailesini ve kabilesini de birlikte taşırdı. Sosyal çevresi, yuva adını verdiği fiziksel yapı da onunla birlikte yol alırdı. Günümüz göçebesiyse, fiziksel yapıları ardında bırakmaktadır. Yerin(coğrafyanın) artık çeşitliliği sağlayan bir kaynak olmadığı öğrenilmiştir. İnsanlar arasında ayrılıklar coğrafi temellere doğrudan dayandırılmamaktadır. Başvuru dilekçelerindeki adres geçici olabilmektedir. Artık insanlar yerel özelliklerini edinecek oranda aynı bölgelerde kalmamaktadırlar. Bu durum bir anlamda coğrafyanın ölümü demektir. Hareket, göç, kazanı öyle bir karıştırmış ki kişiler arasındaki değişiklikler artık bulundukları yerlerle ilişkili değildir. Bir yere/kente bağlanma bir şirkete, mesleğe ya da bir derneğe duyulan bağlanmaya göre zayıflamıştır. Bu açıdan bakıldığında, bağlanma duygularının yerle ilişkili sosyal yapılardan(kent, ülke, komşuluk vb) kopup, hareketli akıcı ve yere bağlı olmayan kuruluşlara(şirket, meslek, arkadaşlık bağları) kaydığı söylenebilir. Bir yerde yaşam boyu kalma, kırsal alanlarda görülen bir özelliktir. Bulunduğu yerden taşınan kişi, çevre yerlerle de ilişkisini kesmektedir. Alışveriş ettiği mağazasını, mahalledeki bakkalını, otobüs durağını, berberini vb. değiştirmektedir. Yaşam süremiz boyunca birçok yeni yer görmekle kalmıyor, yerlerle olan ilgimizin süresini gittikçe kısaltıyoruz. Böylece toplumdaki hız dürtüsünün, kişiyi ne kadar etkilediğini açıkça görmekteyiz. Çünkü kişinin mekanla olan ilişkisi, nesnelerle olan ilişkisine paralel olarak yürümektedir. Her iki durumda da birey, bağlarını çabucak koparmaya zorlanmakta ve yaşam hızının arttığını görmektedir.
Yola çocuk olarak çıkıyoruz; büyüyoruz, ana baba yuvasını terk ediyoruz; büyüyüp aynı döngüyü sürdürecek çocuklarımız oluyor. Bu döngü, otomatik olarak uzun süre yürürlüktedir. İnsanoğlu onun işlerliğini kabullenmiştir. İnsan varlığının bir parçasıdır bu döngü. Çocuk küçükken bu döngünün içindeki yerini fark etmektedir. Aile döngüsü, kişide süreklilik duygusunu uyandırır. Bu döngü, insan varlığındaki sağduyunun temel dayanaklarından biridir. Yakın geçmişe kadar bu döngü artan bir ivmeyle hızlanmaktaydı. Daha çabuk büyüyüp, evi terk edip, evlenip çocuk sahibi olunuyordu. Olaylar birbirine yakın oluşup, ana babalık dönemi daha çabuk kapatılıyordu. Artan yaşam hızı bu döngüyü bir anlamda parçaladı parçalayacak.Artık birçok kişinin, aileyi iyice çağa uydurup çocuktan vazgeçtiğini ve aileyi en temel öğeleri olan bir erkek ve kadınla sınırladıkları görülebilir. Bu model, aşırı devingen günümüz çağına uydurulmuş aile modeli olmaktadır.
Günümüz aşırı devingenliğinden bir takım problemler de doğmaktadır. Bu problemlerle ülkemiz gibi çağa uydurulamamış eğitim sistemlerini içeren ülkelerde daha sık karşılaşılmaktadır. Bu sorunlardan önemli bir tanesi kimlik problemidir. Birey 'ait olma' duygusunu oluşturmak çabası içindedir;hızla değişen çevre içinde kendisine bir kimlik kazandıracak ilişkileri kurabilmektir amacı. Bu amaca ulaşabilmenin yolu, sürekli devinen ve sayısı artan hedeflerden birini seçmek olacaktır. Oysa seçim yapabilmenin sorunları, aritmetik değil de geometrik olarak artmaktadır. Birey mallar, eğitim, kültür, boş zamanı değerlendirme ve eğlenceyle ilgili seçim olanaklarıyla birlikte sosyal seçimlerle de karşı karşıya kalmaktadır. Nasıl her hangi bir mal alırken sunulacak seçim olanakları konusunda kişide bir istek sınırı varsa sosyal seçim konusunda da birey bir yerde aşırı seçim olanağına ulaşmıştır. Öfkeli ve korkutucu bir özgürlük genişlemesiyle karşı karşıyayız. Kişilik bozuklukları, sinirlilik, ruhsal gerilimleri birçok kişinin şimdiden sağduyulu, bütünleşmiş, yerleşik bir kişilik biçimi oluşturmakta zorluk çektiğini göstermektedir.
Toplum, kişiyi düzensiz seçeneklerle bombardımanına uğratırken, yapılan seçimler birer rastlantıdan öteye geçemez. Hangi konuda(eşya seçimi veya düşünce seçimi) olursa olsun tüketici(alıcı) önceden saptanmış bir dizi zevkler ve tercihlerle gelmektedir. Üstelik hiçbir seçim tümüyle bağımsız olmayacaktır. Her biri daha önce yapılan seçimlerle koşullandırılmıştır. Bilinçli olarak ya da olmayarak, bütün eylemlerimizde kişisel bir biçime varma çabası görülür. Çoğumuz büyük bir istekle, seçimin artan karmaşıklığını kişi için katlanılabilir oranlara indirgeyen cemaat, aile-akraba, dernek gibi alt kültürlerin yol gösterici kolaylıklarının peşindeyiz. Ahlak anlayışlarının çatıştığı, aşırı seçimin sorun haline geldiği bir dönemde, en yararlı 'üstün ürün' kişinin yaşamını düzenleyecek bir kuraldır. İşte yaşam tarzının sunduğu da budur.
'Yaşam tarzları arasında' ya da 'alt kültürler arasında' kalmak bunalım yaratır. Günümüzün insanları biçim arayışları içinde olduklarından, geçmişin insanlarına oranla, bu tür bunalıma daha çok maruz kalmaktadırlar. Yoluna devam ederken, kimliğini değiştiren günümüz insanı, çarpışan alt kültürler arasında kendine özgü bir yörüngeyi izler. Günümüzün sosyal devinimidir bu: Söz konusu olan, yalnızca ekonomik bir sınıftan diğer bir sınıfa değil, bir topluluktan diğerine doğru oluşan bir devinimdir. Bir alt kültürden diğerine yaptığı bu huzursuz devinim, yaşam çizgisini oluşturacaktır. İpek giysisi ve boyunbağını, Wilson tenis raketini, kısaca geçmişteki alt kültürle kurduğumuz ilişkilerin simgesi olan her şeyi yaşamımızdan atacağız. Yeni kimliğimize uygun yeni nesneleri ve ilişkileri teker teker yaşamımıza sokacağız. Aynı süreç, sosyal yaşamımızda da ortaya çıkacaktır. Önceleri savunduğumuz düşünceleri kafamızdan çıkarıp atacağız(ya da onları yeniden açıklamaya veya akla yatkın biçimlere sokmaya çabalayacağız). Bu aşamada yeni alt kültürlerin bildirilerine(mesajlarına), görüşlerine ve karşı görüşlerine direnmemiz zordur. Bir o yana bir bu yana eğiliriz. Güçlü bir yeni arkadaş, yeni bir düşünce, yeni bir siyasal akım, kitle iletişim araçlarının getirdiği yeni bir kahraman, bizi önemli biçimde etkileyebilir. Dışa alabildiğine açık ve kararsız bir hal içine girmişizdir. Bir kişinin ya da topluluğun bize ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini söylemesini bekleriz. Kararlar, en küçükleri bile, zor alınır. Bu rastlantısal değildir. Günlük yaşamın baskısına dayanabilmek için, belirli bir yaşam tarzını sürdürdüğümüz zamana oranla daha çok konu üzerine bilgi sahibi olmak zorunda kalırız. Bu nedenle kaygılı oluruz;kendimizi baskı altında, yalnız hissederiz. Yeni bir alt kültürün çekim alanına gireriz ya da yeni bir alt kültürü seçeriz. Yeni bir tarzda giyiniriz.
Çağımızın baş döndüren hızında 'kullan-at' kavramına 'yaşam tarzları' da uymuştur. Bu, sıradan bir olay değildir. Çağımızın özelliği olan, bağlanma, kendini adama eyleminin yitirilmesiyle ilgilidir. İnsanlar bir alt kültürden öbürüne, bir yaşam tarzından diğerine doğru ilerledikçe, ayrılıkların kaçınılmaz acılarına karşı kendilerini koruyabilmek için koşullandırılmaktadırlar. Ayrılığın üzüntüsüne karşı, kendilerini korumayı öğrenmektedirler. Geçmişteki düş kırıkları yüzünden kendini bir şeye fazla vermemesi, bağlanmaması gerektiğini öğrenmek zorundadır. Böylece kişi, bir alt kültür ya da biçim edindi mi, kişiliğinin bir bölümünü bu çabasına katmaz, geri tutar(recovery partition gibi). Topluluğun isteklerine uyar;onun verdiği aitlik duygusunu kullanır. Ancak bu 'aitlik' eskisi gibi değildir, gizlice kendini güvenceye almıştır kişi;her an çekip gitmeye hazırdır. Bunun anlamı şudur: Topluluğun içine ne oranda girmiş olursa olsun, bir yandan da rekabet eden öteki toplulukların verdiği sinyallere kulağı açıktır. Bu açıdan bakıldığında topluluk içindeki üyeliği yüzeydedir. Kesin bir bağlanmaya girmemiştir. Topluluğun değerlerine ve biçimlerine, güçlü olarak bağlanmadığından, aşırı seçimin oluşturduğu ormanda yolunu bulabilmek için gerekli ölçüler dizisinden yoksundur.
Günümüz bilgi çağı dönemi, aşırı seçimle ilgili bütün sorunları, nitelikli yeni bir düzeye çıkmaları için zorlamaktadır. Yalnızca herhangi bir malın seçiminde değil, aynı zamanda yaşamlar arasından, yalnızca yaşam tarzı öğeleri de değil, tüm yaşam tarzları arasından seçim sağlamamızı zorunlu kılmaktadır.
Aşırı seçimle ilgili sorunların yoğunlaşması bizi kendimizi incelemeye, ruhsal yapımızı araştırmaya ve içimize dönük olmaya itmektedir. Bizi çağdaş hastalıkların en bilineni olan 'kimlik bunalımıyla' yüz yüze getirmektedir. Daha önceleri insan kitleleri böylesine karmaşık seçim olasılıklarıyla karşılaşmamıştı. Kimlik arama çabaları, kitle toplumundaki seçim olanaklarının yokluğundan değil, seçim olanaklarının çokluğu ve karmaşıklığından ortaya çıkmıştır.
Üstün bir karar alıp yeni bir yaşam biçimi seçtiğimiz zamanlar, belirli bir alt kültürle ya da toplulukla ilişki kurmakta, iç görüntümüzde bazı değişiklikler yapmaktayız. Başka bir deyişle, değişik bir kişi olmakta, kendimizi değişik olarak tanımlamaktayız. Daha önceki yaşam tarzımızı bilen eski dostlar, bildik bir tavırla kaşlarını kaldıracaklardır. Bizi tanımakta gittikçe zorluk çekeceklerdir. Gerçekte biz de eski kimliğimizi sevmekte ya da tanımakta güçlüklerle karşılaşacağız. Bir hippi geçiş aşamalarını farketmeden, astığı astık kestiği kestik bir işadamı haline gelebileceği gibi, bir işadamı da tarzının dış yapısını olduğu kadar temel tavırlarını da elden çıkarabilir. Günün birinde, "Geriye ne kaldı?" sorusunun bütün çıplaklığıyla önüne dikilmesi kaçınılmazdır. Kişiliğinden ya da 'kendinden' sürekli ve dayanaklı bir içyapı olarak geriye ne kalmıştır? Bazıları için karşılık yalındır. Çünkü onların artık 'kendim' kavramıyla ilişkileri kalmamıştır;bir dizi 'kendim' söz konusu olmuştur onlar için.
Çağımız, insanın kendini kavraması konusunda temel değişiklikleri gerekli kılmaktadır. İnsan yaşamındaki süreklilikleri olduğu kadar, süreksizlikleri de göz önüne alan, yeni bir kişilik kuramı oluşturmalıdır. Çağımız, yeni bir özgürlük kavramını da beraberinde getirmektedir. Sonuna dek zorlandığında, özgürlüğün kendini yadsıdığı gözden kaçırılmamalıdır. Toplumun, yeni bir faklılaşma düzeyine sıçraması, yeni olanakları da beraberinde getirecektir. Yeni teknoloji, geçici örgütsel biçimler, yeni bir insan türüne gereksinim duyacaklardır. Tüm boşluklara ve geçici geri dönüşlere rağmen, sosyal gelişmenin, bizi türlü insan tiplerine karşı duyulan geniş bir hoşgörüye ve kabule doğru götürmesinin nedeni budur. 'İstediğini yap' görüşünün birden yaygınlaşması da bu tarihsel hareketin bir sonucudur. Toplum bölündükçe ya da farklılaştıkça, çeşitli yaşam tarzları daha çok yaygınlaşacaktır. Toplum, sosyal açıdan kabul gören yaşam tarzlarını ortaya koydukça, herkesin istediğini yaptığı bir düzeye ulaşacaktır. Üstün beceri ve akıl düzeyinde olan, üstün sanayiye ilişkin sosyal yapının hızla oluşmasına akıl erdirebilen, doğru yaşam hızını saptayıp, doğru alt kültürlere zamanında giren ve zamanında gerekli yaşam tarzı örneklerini edinen kişi için başarı kaçınılmazdır. Bu büyük sözlerin, insanların çoğuna uygulanamayacağı bir gerçektir. Geçmişte ve şimdilerde çoğu insanın belirli yaşam tarzları içinde sıkışıp kaldıkları, bilinen gerçektir. Çoğu insan için seçim olanakları söz konusu değildir. Seçim olanaklarının artırılması, özgürlüğe giden yol olarak görülmemelidir. Seçim olanaklarının aşırı seçime ve özgürlüğün tutsaklığa dönüşebileceği olasılığı da gözden ırak tutulmamalıdır.