28.11.2009

Fatih Terim ve FIFA Sıralaması


Malum FIFA Dünya sıralaması diye bir şey var. Gayet objektif kriterlere göre belirleniyor. Maç yaptığınız rakibin gücü ve maçın önemine bağlı olarak alınan puan a değişiyor. Bunların yanında son 4 yılda maçlara bakılıyor sadece. Yani şu an sıralamada bulunduğumuz yeri şekillendiren maçların tamamında takımın başında Terim vardı. Şimdi Fifa sıralamasındaki yerimizin zamana bağlı değişimini gösteren grafiği verelim.

Görüldüğü gibi 1999-2000 yıllarında 30 küsür civarında seyreden sıramız onda sonra yükselişe geçiyor. 2006 yılı ortalarına kadar da 15. sıradan geriye düşmüyoruz. Ne zaman onun zamanında yaptığımız maçlar etkili olmaya başlıyor, sıramız da gerilemeye ve istikrarsız iniş çıkışlar sergilemeye.

Euro2008 elemelerinde kolay gruptan zar zor çıkan takımızın turnuvadaki saman alevi performansı geçici bir yükseliş sağlasa da sonra yine Fatih Terim rutinine geri dönüyoruz. Sonunda iş 41. liğe kadar varıyor. Honduras’ın arkasına düşüyoruz. Şaka gibi.

Belki artık herkesin hemfikir olduğu bir şeyi yazıyorum ama genel çerçeveden bazı şeylere bakmak ve görmek daha iyi ve doğru bir yol olsa gerek. Basınla ben haklıyım tartışmalarının içinin ne kadar da boş olduğunu gösteriyor. Başa geldikten sonra bırakana kadar asla sıralamamızı belli bir seviyenin altına düşürmeyen Şenol Güneş’in ne kadar başarılı olduğunu da görmemizi sağlıyor bu tablo.

30.10.2009

Basketbol

Hep bir önyargım vardır basketbola. Ya da gıcıklığım diyeyim. Guard pozisyonunda oynayanların haricinde 1.90 değilsen iyi bir basketbolcu olamazsın. Varsa da istisnadır işte, genel karakterinden bahsediyorum. Futbolda da böyle diyeceklere sadece işin bir yönü böyle asla geneli ilgilendirmez diyerek cevap vereyim. Şampiyonlar Ligi finalinde Messi gibi 1.69’luk boyunla merkez forvet olarak da oynarsın, yerine göre kafa golünü de atarsın.

Basketbolcu olamamış, dert yanan biri de değilim. Zaten olacak kadar iyi bir oyuncu değilim. Olmak da istemedim hiç. Benim derdim özel olarak bakarsak, tek pota bir oyunda 1.76’lık boyuma karşı 10-15 santimetrelik farkla çıkan birisi olursa pota altında çaresiz kalışımdır. 2-3 kez üst üste pota altından kaçırıp gene rebound’u alabilmesidir. Sonra bunun üstüne utanmadan “ben/biz kazandık” diyebilmesidir. Zaten oynayanda kabahat.

İşe global çerçevede bakarsak, Yao Ming gibi yetenek özürlü ve aynı zamanda hiçbir atletik özelliğe sahip olmayan bir adamın basketbolun en üst liginde önemli bir oyuncu konumunda olabilmesidir. Lebron James ve Kobe Bryant gibi adamlarla karşılıklı oynayabilmesidir. Yetmedi onların civarında para kazanmasıdır.

Çapsız fasülye sırıklarından dünya yıldızı yapan bu oyunu hiçbir zaman tam olarak sevmeyeceğim.

26.10.2009

Mustafa Sarp ve Ayhan Akman

Mustafa Sarp sezon başında yeni geldiğinde çoğu kişi doğru dürüst tanımıyordu bile. Ön libero diye lanse edilince de haliyle işin sadece savunmasını bilen düz futbolcu sanılarak akıllarda yer etti. Ama gel zaman git zaman ortaya çıktı ve daha net bir şekilde ortaya çıkıyor ki Ayhan Akman iki yönlü bir futbolcuysa Mustafa Sarp beş yönlü futbolcu.

Sarp hem defansta Ayhan’a göre çok daha sağlam basıyor, hem top kendisindeyken topa daha hakim. İşin hücum kısmına gelirsek de Ayhan’a göre daha adam akıllı paslar atarken verimli verkaçlara girebiliyor. Belki de en çok göze batanı topu anlamsız şekilde ayağında gevelemiyor.

İlk yıllarında 10 numara olarak oynayan Ayhan’ın hücumda bu kadar cılız bir karakter sergilemesi oldukça şaşırtıcı aslında. İnanılmaz acemice hareketler yapıyor hücumda. Topu bir stoper gibi geveleyip atağı öldürüyor.

Fenerbahçe-Galatasaray derbisinden sonra yazıyorum bunları, yani Ayhan iyice sırıtmışken ama bu biraz da bardağı taşıran damla oldu. Görmezden gelinecek noktanın sonu olmuştur kanaatimce. Seneye iyice yedeğe düşer ve çok geçmeden Galatasaray’dan ayrılmak durumunda kalır gibi geliyor.

Mustafa Sarp’ı geç keşfettik ama iyi ki keşfetmişiz. Ya da keşfetmişler diyeyim en iyisi.

15.10.2009

Uzak İhtimal

İstanbul’daki genç bir müezzinin hristiyan kilisede çalışan bir kadına aşık olması üzerine kurulu ilginç bir film. Oldukça hoş bir fikirden yola çıkılmış ancak filmden çıktığınızda güzel duygularla birlikte bir yerlerin eksik bırakıldığı hissine kapılıyorsunuz. Erkek ve kadın arasında çok az diyalogun olması ve bu güzel fikrin yetkin bir senaryoyla taçlandırılmamış olması filmin eksi yönleri. Karakterlerin samimiliği ile küçük de olsa çok sayıda hoş espri ve anların bulunması insanı filme yakın hissettiriyor. Sonuç olarak film güzel ama eksik gibi sanki.

13.10.2009

Prison Break

İlk sezonunu izlemeye başladığımda ağzım açık kalmıştı. Bu nasıl bir yapımdı böyle! Benzerini daha önce görmemiştim. Senaryosunun çok zekice olması en başta geliyordu. Zekice senaryo hazırlıyorum diye kendisinin de bir şey anlamadığı çünkü ortaya bir sonucun çıkmadığı bir sürü dandik filmi kastetmediğimi özellikle belirtmek isterim ki canım çok yanmıştır bunlardan. Neyse diziye dönelim.

Michael Scofield’in yaptığı mükemmel planlar ve kendine has çok sayıdaki kaliteli, orjinal karakter beni fazlasıyla çekmişti. Yaklaşık 4-5 günde 2 sezonu yani yaklaşık 45 bölümü bitirmiştim. O kadar çekmişti beni.

ABD’deki senarist grevi falan derken 3. sezonda ciddi bir düşüş sürecine girdi. Yine ilk iki sezondaki güzelliklere ara ara rastlansa da genel gidişat önceki kalitenin de etkisiyle pek çekilmez bir hale geldi.

4. sezonla birlikte bir önceki sezon neredeyse tamamen anlamsızlaştı. Bunun yanında Michael ve arkadaşları ne yaparsa yapsın her zaman yeni bir sorunun çıkası diziyi çekilmez hale getirdi. En çok da güya dünyayı etkileyen anti esas oğlanların Polat alemdar misali tek başlarına adam vurmaya gitmeleri gibi saçmalıklarla dizi sona erdirildi.

Daha önce diziyi izlememiş bir kişinin ilk iki sezonu görmezse çok şey kaçıracağını düşünüyorum. Son iki sezonu izlemeyenler ise damaklarında kalan Prison Break tadı bizimkinden çok daha farklı olacaktır.

23.09.2009

Racing Santander:1 Barcelona:4

Her ne kadar Barcelona sempatizanı olsam da bir yerden sonra aşırı dominasyonun futbolun tadını alıp götürdüğü de bir gerçek. Çünkü girilen pozisyonun, atılan golün tadı ortada bir rakibin varlığı söz konusu alınca daha bir tatlı oluyor.

Maça dönersek, Barcelona maçın başında topu iki dakika boyunca rakibinin ayağına değdirmeyerek bir klasği yaptı ve maçın nasıl devam edeceğini önceden belli etmiş oldu. Beklenen oydu zaten. Ayrıca takım ne de olsa maçı kazanıyor bari ben atayım havasında maçın başında 4-5 tane uzaktan şut denemesi yaptılar.İlk gol İbrahimoviç’e de defansa da kaleciye de versen olur türünden bir kafa golüydü. Golden bir dakika sonra da topu direğe vurdu İbra. Barça klasik olarak rakip yarı alanda top çevirdikten sonra Messi önce Xavi ile ver kaça girdi sonra da klasını konuşturup

ikinci golü attı. Derken bir kornerin devamında karambolde İbra bu kez topuğuyla boş pozisyondaki milli takımımıza da gol atan gizli golcü Pique’yi gördü: 3-0.. İlk yarının son yirmi dakikası biraz sesiz geçti diyebiliriz.
İkinci yarı da sakin geçen maçı Messi’nin slalomu bozdu, topu 90’a olmasa da 80’e temiz bir şekilde bıraktıktan hemen sonra yerini bir başka büyük futbolcu Iniesta’ya bıraktı. Yenilen o kadar golün üzerine Santanderli Serrano’nun hariha golü de kesinlikle görülmeye değerdi. Barcelona’nın çok net bir şekilde domine ettiği bir ortamda Santander’in bu güzel golünü izlemek hoş oldu.

Maçın nasıl geçtiğini bili etmek için verelim. Topla oynama yüzdesi 87. Dakikada 72-28’di. Maç bittiğinde de çok farklı değildir.

19.09.2009

Eurobasket Sistemi

Evet Türkiye kaybedince yazıyorum ancak defalarca aklıma gelmiş bir hadisedir. Doğruyu konuştuktan sonra zamanı geç de olsa kabul edilebilir nihayetinde.

Eurobasket finallerinin sisteminden bahsediyorum. Zaten ilk dörtlü gruplarda ilk ikiye kalanlara çeyrek final oynatmak varken anlamsız bir şekilde yan grupla birleştirilip 3 tane daha maç yaptırılıyor. Pratikte anlamının ne olduğuna baktığımızda ise kaza sonucu ilk gruplarda üçüncü sırada kalan İspanya gibi dev takımların kendini toparlama faslına dönüşmekten başka bir şey değil. Zaten bakınca ilk tur gruplarında ilk ikiye kalan toplam sekiz takımdan sadece Polonya’nın yerine İspanya’nın çeyrek finale kaldığını görüyoruz. Çeyrek finali ilk sekiz takıma oynatacağına hele biraz daha maç yapın daha da netleşsin gibi turnuva kelimesinin mantığına aykırı bir format.

Kısaca belirtmek gerekirse 16 takımın katıldığı bir turnuvada ilk sekize kalmak için tam 5 tane grup maçının oynanması gerekiyor. İlk iki maçtan sonra çeyrek finale kalacağı hemen hemen belli olan takımlara bile gereksiz üç maç fazla oynatınca “hızlı koşan atın boku seyrek düşer” mantığınca hem fiziken hem zihnen yorulan ilk iki turun başarılı takımları (Fransa, Türkiye çok iyi iki örnek) 5 yorucu maçın ardından turnuvanın asıl maçı olan çeyrek finali oynuyor geri dönüşü olmayacak bir şekilde. Orada da grup yap o zaman kardeşim madem maç yaptırmaktan bıkmıyorsunuz.

Gerçi basketbolun kendisinde neredeyse antrenman olsun diye oynanan bir lig, sonra da asıl eşleşmeler oynanıyor ama orada bir süreç söz konusu. Oynanan o kadar maçtan sonra tek maça sıkışmıyor her şey.

Boşu boşuna yapılan üç tane maçtan sonra elimizde ümitler yalın ayak kalıyoruz ortalıkta işte böyle. Fransa’nın durumu daha da kötü. Kısaca sistem “bok gibi” ve dangalakça afedersiniz.

18.09.2009

Yanlış Hedef Azizim!

Fenerbahçe'nin dünkü yenilgisi bana Aziz Yıldırım'ın sezon başındaki hedefini hatırlattı; 3 yıl üst üste şampiyon olmak. Oysa bu takım 2 sezon önce Avrupa'nın önemli takımlarını dize getirdi ve CL'de yarı final kapısından döndü. Şimdi ise Avrupa'da ise hedef konmadı, Daum da öncelikli hedefimiz lig dedi. Şimdi zaten Fener'in, Galatasaray'ın her sene şampiyonluk hedefi yok mu? Oysa artık lig başarısı da bir yere kadar futbolseverleri tatmin eder. Bir futbolsever olarak CL'de çeyrek final ya da yarı final oynamayı ligde şampiyonluğa tercih ederim, aynı şekilde Avrupa liginde yarı final oynamak fena mı olur, ki Fener'in Cimbom'un kalitesinde takım da yok.

Panathinaikos:1 Galatasaray:3


Panathinaikos'a da aynı tarife uygulandı. Ben de aklımda kalanları yazayım.

-Baros sen o golü attıktan, harika asistini yaptıktan sonra geri kalanları kaçır istersen. Mühim değil.

-Mehmet Topal kendini büyük bir takıma karşı oynadığı maçta toparladı. Özellikle pas hatası yapmadı ve önceki maçlarda olduğu gibi kolay kolay top kaptırmadı. Bunların da yanında saha da başka bir defansif orta saha olan Mustafa Sarp varken ileri dikine paslar vererek Ayhan Akman'ı aratmadı.

-Bu kaçıncı Emre Güngör'ün sahayı 10-15. dakikalarda terk etmesi! 15. dakikada kenara geliyor, bir kaç hafta oynamıyor, sonra ilk bulduğu fırsatlarda yine aynı sahne. Değişik bir sakatlığı olsa gerek. Hiç normal durmuyor.

-Gelirken aşırtma gol yiyor dediler ama yediği aşırtma golden çok daha fazlasını libero gibi oyunu sayesinde kurtaracağını Beşiktaş maçından sonra bu maçta da gösterdi. Tek maçla yorum yapılınca böyle yanılırlar tabi.

-Rakibe bazı pozisyonlar verilmesi çok fazla yanıltmamalı. Barcelona gibi istisnalar haricinde dünyanın her yerinde önde olan takım daha rahat futbol oynadığından rakip pozisyon bulabilir. Bu pozisyonları gol yapamadıkça da aynı durum korunduğundan bu da yeni pozisyonlara kapıyı açıyor haliyle. Çok fazla kafaya takmamak gerek. Belki takılaması gereken önde iken topu ayakta uzun süre kontrollü tutamamak olsa gerek. Bence Galatasaray'ın üstünde durması gereken bu.

Grup liderliği yolunda en büyük adım atılmış oldu. Sturm Graz'ı deplasmanda yenen Dinamo Bükreş'e dikkat edilirse Galatasaray bu gruptan rahatlıkla lider çıkacaktır.