24.02.2013

Into the Freedom



"İnsan ne ise o olmaya yanaşmayan tek varlıktır."
                                                                                     Albert Camus

Toplumların oluşması, vahşi doğanın ürkütücü gücüyle baş edebilmesi için insanların bir araya gelmesi ve güçlerini birleştirmesiyle olmuştur. Ancak geçmişten günümüze toplumlar geliştikçe, insanoğlu giderek doğadan kopmuş ve soyutlanmıştır. Bugün hayatın fazlasıyla bilgisayar ve sanal âlemde yaşanmasının da etkisiyle insanoğlu hiç olmadığı kadar yalnızdır. Bu yüzden, kısa süreli de olsa yeşil bir alanda ya da doğa ile birlikte olunabilecek bir mekânda huzur bulur. Uzun süredir görüşmediği bir dostuyla konuşur gibi hasbıhal eder belki. Doğayla beraber olmak sadece eski bir dostla görüşmek gibi değil, aynı zamanda yapımıza da uygun olmasındandır ki özgür hissettirir. İnsanın doğayla olan güçlü bağı geliştirdiği toplumlarla olmamıştır. Hatta bunun aksine geliştirdiğimiz toplumsal yapılar, bizim doğal güdülerimizi öldürmüştür. Geliştirilen sistem fazlasıyla doğadan soyutlanmış, korunaklı yapay bir dünya içine bizi hapsetmiştir ve bu yapaylıkta öyle evrimleştik ki sanki başka bir tür olmuş gibiyiz. İlkel insanların ve günümüz insanın doğa ve hayvanlarla olan iletişimi karşılaştırılmalı olarak düşünülebilir. Medeniyet geliştikçe topraktan koptuk, vahşi doğadan soyutlanıp bir fanusa hapsolduk ve bu bizi yalnızlığa itti. Ne evcil hayvanlarımız ne de doğal parklar ve hayvanat bahçelerimiz bizi tatmin etti. Uygarlık bizden sadece özgürlüğümüzü almadı, davranış şeklimizi de değiştirdi. Toplumlararası ilişkilerimiz geliştikçe rüşvet ve ihanet arttı. Buna paralel samimiyetsizliğimiz arttı. Oysa samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranış biçimiydi. Çünkü uygarlıkla birlikte diplomasi gelişmiş, çalınacak şeylerin sayısı artmıştır ve mülkiyet geliştikçe yalan ve ikiyüzlülük de arttı.


Tippi Degre, vahşi hayat fotoğrafçıları olan Fransız bir çiftin kızı olarak Afrika’da doğdu. Sıra dışı bir çocuklukla büyüyor Tippi ve Afrika çöllerinde vahşi yaşamla koyun koyuna geçiyor çocukluğu. Yılanlarla, fillerle, çitalarla, zürafalarla ve daha bir sürü hayvanla arkadaş oluyor. Afrika’nın yerli kabileleriyle kaynaşıyor, dillerini konuşuyor, çocukları ile kaynaşıyor. Bir fil ile suda şakalaşıp su fışkırtıyorlar birbirlerine, bir çita omzunu ağzına alıyor, sonra elini yalıyor ve bundan korkmuyor. Doğada olabildiğine özgür bir şekilde yaşıyor. Videosunu izleyince mutlu oluyorsun. Yorumlara bakıyorsun “fantastique”, “super”, “amazing” gibi herkesi memnun eden bir durum var ortada. Eski dost vahşi hayatla tekrar bir araya gelince bu hepimizi mutlu ediyor. Aslında ne kadar yalnız olduğumuzu gösteren bir deney gibi…



                            

                            

                            

20.02.2013

Rear Window



Eski filmleri izlemek zor çünkü çok kısıtlı imkanlarla çekildikleri için başta görsel olmak üzere birçok açıdan günümüz sinemasına aşina birisini tatmin etmeyebilirler. Ama bana cazibeli geliyor. Eskinin moda anlayışını, insanların diyaloglarını, o dönemin dünyasını izliyorsun. Babanın annenin doğmadığı hatta onların da ebeveynlerinin henüz doğmadığı ya da çocuk oldukları dönemleri izliyorsun. Tabi sinema gözüyle.. Öte yandan filmde oynayan en küçük oyuncunun dahi bugün artık yaşamadığı ya da vedaya geç kalmış yolcu olduğunu görmek, insana garip duygular yaşatabiliyor.

Gerilim ve korku filmlerinin mimarlarından Alfred Hitchcock'un yönetmenliğinden çıkan Rear Window sinema tarihinin kült filmlerinden. Film 1954 yapımı olmasına rağmen restorasyondan geçirildiği için renkli ve çok da kaliteli kopyasını bulmak da mümkün. Bu yazıda aslında filmin kritiğinden ziyade başında geçen evlilik diyaloğunu çok sevdiğimden burada kayıtta olsun istedim.



Jeff : Ben evlenmeye hazır değilim.

Stella: Doğru kızı bulunca bütün erkekler evlenmeye hazır olur.

...

Jeff : Keşke sıradan bir kız olsaydı.

Stella: Onunla asla evlenmezdiniz.

Jeff : Muhtemelen bir gün evleneceğim.Ama evlendiğimde,hayatı düşünen biriyle evleneceğim.Sadece yeni elbiseleri, ıstakozlu akşam yemeğini ve en son skandalı merak eden biriyle değil.
Benim ihtiyacım olan kadın...Dikkat et. Her yere gidebilecek, herşeyi yapabilecek ve bundan zevk alacak biri.

Stella: Bakın Bay Jefferies,ben tahsilli bir kadın değilim. Ama size birşey söyliyeyim; Bir adamla bir kadın birbirlerini görüp beğenince birbirlerine koşmalıdırlar, bam! Broadway'deki taksiler gibi.
Deney tüplerindeki numuneler gibi oturup, karşılıklı birbirlerini incelemeden.

Jeff : Evlilik için daha akıllıca bir yol var.

Stella: Akıl! İnsanoğluna akıldan daha fazla bela açan birşey olmamıştır. Hıh, modern evlilik..

Jeff : Hayır, bizler duygusal olarak ilerledik.

Stella: Saçma! Bir kere birini görüp hoşlanınca, evleneceksin. Artık kitaplardan öğreniliyor, uzun uzun laf cambazlıkları yapıp birbirini analiz etmek. Taa ki koklaşıp oynaşmayla, memuriyet sınavı arasındaki farkı anlamayacak hale gelene kadar.

Jeff : İnsanların farklı duygusal seviyeleri vardır.

Stella: Myles'la evlendiğimizde birbirine uymayan bir çifttik. Hala da uyumsuzuz. Ve bareber geçirdiğimiz her dakikayı çok sevdik.



                            

                            

                            

17.02.2013

Yitik Bir Düş



Camdan bakıyordum yine ama benim odam olmasına karşın dışarısı farklıydı, başka bir yerdi sanki. Bakışları ruhumu delen bir çift gözün bakışlarını hissettim ve gözlerim gayrı ihtiyari o yöne kaydı. Hafif pembeye çalan ruju, altın gibi sapsarı saçları ve hafifçe çekik gözleriyle inanılmaz güzellikte bir kadınla bakışıyorduk şimdi. Her zamanki çekingenliğim yerini cesarete bırakmıştı bu kez ve gözlerimi kırpmadan bakışlarının derinliğinde kayboldum. Bir andı belki ama eşsiz bir andı, zaman kalınlaşmıştı adeta. Sonra uyandım, odamdaydım.. Kısa ama oldukça yoğun andı ve sersemlemiştim, o bakışlar beni yormuştu.
     Yine dışarı bakıyordum ve yine o kadını gördüm. Bu kez ayrılıyor gibiydi. Okulun kampüsüydü bundan emindim ama bizim kampüsten de farklı bir yerdi. Gözleri yine gözlerime değdi ve aman Allah'ım o nasıl bakıştı.. Sanki ruhumda, aklımda, içimde olup biten herşeyi bütün çıplaklığıyla görüyordu ve gördüğü şeyden memnun olmuş olmalı ki o sevimli yüzünü aydınlatan bir gülümseme tüm yüzünü kaplıyordu. Bu kız 'O' olmalı diye düşündüm ve kesinlikle 'O' diye mırıldandım. Düşlerimin kadını.. Yine uyanmıştım lanet olsun, keşke ismini sorsaydım diye üzüldüm. En azından bir-iki laf konuşabilseydik..
     Bir iki defa daha uyudum uyandım ama nafile.. Sonra gözlerim yine daldı.. Bu kez hemen yanı başındaydım. Şirin bir woswos aracındaydı. Direksiyonda başka bir kız vardı, arkadaşı diye düşündüm. O da hemen yanında ön tarafta oturuyordu. Arka tarafta ise bir iki kız arkadaşı daha vardı. Araba hemen yanımda hareket etmeye hazır öylece duruyordu ve benimle tanışması için durduklarından emindim. Direksiyondaki arkadaşının gözleri bende ve "hadi gel de konuş artık salaklaşma" der gibi bakıyordu. Benimkisinin ise başı öndeydi ve sanki olacakları biliyor gibi dalmıştı. Ben yine gözlerimi kırpmadan ona bakıyordum. Sonra başını kaldırıp bana baktı. Bu kez çok yakındık ve bakışlarının sıcaklığı beni yaktı adeta. Keskin bakışları ruhumu deldi ve yerle yeksan oldum.
     Uyandım uyandığıma lanet okudum. Sanki kim olduğunu bilsem ona ulaşacakmışım gibi bir hisle uyanmıştım. Hiç konuşamadım, adını bile bilmiyordum ama çok gerçekçiydi ve bu denli gerçekçi bir rüya gördüğümü hatırlamıyorum. Yerde ararken, düşlerde buldum seni.. be kadın nerelerdesin?

                            

                            

                            

14.02.2013

The Purple Rose of Cairo



"Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu"

Woody Allen'ın 1985 yılı yapımı absürt romantik filmi. Hergelenin teki olan kocasından ve Amerika'daki ekonomik krizin getirdiği yoksulluktan bunalan Cecilia'nın soluklanabildiği tek ferah noktası sinema olmuştur. Kendi hayatındaki sefaletin aksi olan sinemadaki o ışıltılı hayatı düşleyen Cecilia, sinemadaki parıltıdan gerçekliğini kaybeder, işine motive olamaz bir türlü ve işinden de kovulur. The Purple Rose of Cairo diye bir film sinemaya gelmiş o aralar. Cecilia filmi çok beğenir ve defalarca izler. Aynı günde aynı filmi beşinci defa izleyişinde, sinemadaki yavan klişelerden ve toz pembe dünyadan bıkan Tom, beyaz perdeden Cecilia'yı farkeder ve 'yemişim böyle yavan dünyayı, gidiyorum ben aga' deyip sinemadan çıkar Cecilia'ya gelir. Seyirciler şaşkın, sinema dünyası şaşkın, Tom karakterinin yaratıcıları ve hatta Tom'u oynayan ünlü aktör şaşkın. Nasıl olur lan diyor herkes, biri bu herifi geri döndürsün deliğine. Öte yandan aşkı Cecilia'da bulan ve en safiyane duygularla aşkı tadan Tom, bir yandan da beyaz perdeden çok farklı olan gerçek dünyayı algılamaya anlam vermeye çalışır. Cecilia ise daha düne kadar hayattan muzdarip iken, şimdi bulutlarda...

Woody Allen'ın biraz Midnight in Paris tadını da veren ama çok daha güzel ve orijinal senaryosu, komik diyalogları ve düşündürtücü kurgusuyla harika bir film. Cecilia'nın ve Tom'un dünyalarının dışına çıkmaları, kendi rollerini aşmaları biraz da Kafka'nın Gregor Samsa'sını çağrıştırdı bende açıkçası. Ez cümle eğlenceli bir komedi-fantezi filmi. Film notum:7

13.02.2013

Mark Knopfler



Mark Knopfler diğer şahane müzisyenler gibi United Kingdom doğumlu efsane bir gitarist. Kendisi aynı zamanda Dire Straits grubunun 1995'e kadar gitarist, vokalist ve şarkı yazarıydı. 95'ten sonra ise solo albümleriyle müzik kariyerine devam etmekte. Privateering solo albümü kapsamında 27 Nisan'da İstanbul'da Sinan Erdem'de konseri olacak. İlgilenenler için unutulmaz bir gece fırsatı..