21.01.2010

Jo ve Lucas Neill

Haldun Üstünel abimiz gene işbaşında. İngiliz sitelerinde de adı çıkmış, golcü arıyor diye. İyice nam salmaya başladı. Yarasın.

Şimdi Galatasaray tek santrafor oynuyor ve elimizde Baros gibi sistemi müthiş işleten bir adam var. O sakatlandığı için ve Nonda da futbolcudan “beleş gol kaçıran eğlence aracı”na dönüştüğü için bir tane daha lazımdı. Öyle birini almak gerekiyordu ki hem Baros’un yedeği olması garipsenmeyecek hem de oynaması gerektiğinde gözümüz arkada kalmayacak. Jo buna uygun bir adam; o halde sorun yok.

Avrupa maçlarında oynamayacak olması pek hoş olmadı ama devre arası transferinde her şeyin istenildiği gibi olmasını da bekleyemeyiz. Hayırlı olsun.

Bu arada Lucas Neill geldiği ilk gün Ulubatlı Souness’in Saraçoğlu’nun ortasına diktiği Galatasaray bayrağından bahsetmesi ile iyi bir Galatasaraylı olacağını gösterdi hemşerisi gibi. Defansı organize eder ve bizi bir daha Gökhan Zan’a muhtaç etmezse arkasındayız. Yürü be olum.

12.01.2010

Invictus

Bazı adamlar vardır, oynadıkları hiçbir film kötü çıkmaz. Hatta bırak kötüyü hepsi iyidir filmlerinin. Benim bakış açımdan tabi ama onay da almışımdır arkadaşlarımdan. Denzel Washington ve Jason Statham gibi. Bunlardan birisi de Matt Demon. Özellikle Matt Demon öne de çıkmıştır diğerlerine göre ama bir Brad Pitt ya da Tom Cruise karizmasına ulaşamamıştır nedense.

Filme gelirsek Invictus güzel film, hoş film. Rugby Dünya Kupası’nı çok iyi bir takım olmalarına rağmen kazanmalarını ve bunu Mandela’nın ülkedeki siyahlarla beyazları birleştirici unsur olarak kullanması anlatılıyor.

Hikâyenin tarihi eski olmadığı için gerçek maç görüntülerine youtube’den ulaşılabiliyor. Gerçeğe mümkün olduğunca uygun çekilmiş. Öyle de olması gerekiyor zaten neyse.

Çok sıra dışı şeyler yok: Mandela’nın geçmişi ve barışçıl düşüncesi, insanların bunu kabullenmekte zorlanmaları, milli takımın kenetlenmesi vs. ama güzel anlatıldığı da bir gerçek. Matt Demon’un duruşu yetiyor ne hikmetse.

Tabi bu siyah-beyaz birleşmesi o tarihten sonra kalıcı olmamış bildiğim kadarıyla. Şimdilerde Güney Afrika’da master yapan bir arkadaşım orada siyah kardeşliği olduğu ve beyazları yönetimden uzaklaştırmaya çalıştıklarından, beyazların sokaklarda güvende olmadığını falan anlattı. Ne kadar doğru bilemiyorum, yaşamadık tabi ama spor karşılaşmasıyla çözülecek mevzular değil zaten bunlar.

8.01.2010

Galatasaray Dergisi

Açık konuşmak gerekirse ilk defa aldım Galatasaray Dergisi’ni. Fazlasıyla da memnum oldum. Gerçekten de eline alıp şöyle bir sayfaları çevirince kalitesi hissediliyor. Sayfa kalitesi, yazı tipi, görseller ve hepsinden önemlisi içerik. Kesinlikle tatmin ediyor. Hatta o derece ki bana Galatasaray maç yapıyor gibi haz verdi. Ayrıca hiçbir yabancılık çekilmiyor dergiyi okurken. Sanki her satır benimle ilgili. Bir o kadar da güzel ifade edilmiş.

Her Galatasaraylıyım diyenin alması gerek. Gerekliliğin haricinde ben şiddetle tavsiye ediyorum benim gibi tanışmakta geç kalanlara. Asla pişman olmazsınız.

7.01.2010

Los Lunes Al Sol

Filmlere puan veriyoruz zaman zaman. En meşhuru da IMDB puanı. Onu referans alıyoruz yerine göre. Elbette ki tek kıstas olmuyor ama puanı 6’nın altına düşmüş bir filmin üstünü çizebilirim ya da 8’in üstünde puana sahipse olumsuz eleştirilere, umut vermeyen fragmana rağmen bir izleme ihtiyacı uyandırabiliyor.

Bana göre iyi film-kötü film vardır. Puan olarak ayrım da yapılabilir ama iş türler arası geçişe gelince nasıl bir kıstasın olması gerektiği muamma.

Bir de bir filmi beğenmesem de izlediğime pişman olmadığım filmler var. “Los Lunes Al Sol” isminde bir İspanyol filmi izledim. Beğenmedim ve belki puan versem de düşük puan vereceğim ama izlediğime de pişman olmadım. İşsizliği, yalnızlığı, umutsuzluğu hissettirerek veriyor film. Hoşuma gitmese de bu duyguları, hayatı görerek kendimce çıkarımda bulunabiliyorum ve bana hayata dair bir tecrübe katıyor.

Puan da beğeni de bir yere kadar belki, özellikle de dram filmlerinde. Önemli olan ne kattığı insana. Hep böylesi de çekilmez tabi, orası ayrı.